BİR GÜN SANA ZEVAL ERE / YÜCE KADDİN İNE YERE,

BUDAKLARIN ODA GİRE / KAYNAYA KAZAN

KIZA SAC.

( bir gün son bulacak bütün ihtişam ve iraden. ve boyun posun yere inecek, ne kadar hünerin, maharetin , networkün, portföyün falan vs. varsa sönüp gidecek, ve hesabında bono, altın ve değerli paralar dışında bir şey yoksa, yandın dostum : çünkü kazan kaynadı, sac ise çok ama çok, gerçekten de çok kızgın.. )

Hazret. (Yunus EMRE)

DİRAYET : Bilme ve anlama kabiliyeti yüksek olmak, temkin ve tecrübeye mukarin zeka. Bir diğer manasıyla fetanet : “Beyhudedir kemal u dirayet zemanede / Bab-ı kibar-ı asra hüner intisabdır.” (boş bir şeydir zamanımızda dirayetli olmak, siz büyük adamların kapısında dalkavuk olun yeter.. ) Hersekli Arif Hikmet

İbrahim Cudi Efendi’nin Lugat-ı Cudi’si “Dirayet” kelimesi için aynen böyle söylüyor. Sanırım İsmet Özel’e sıfat olarak yakıştırabileceğim en iyi şey de buydu; dirayetli olması. Fakat itiraf etmeliyim ki dirayet kelimesini evvela kurnaz olduğum için sonra da mecbur kaldığımdan kullanıyorum. Çoğumuzun Marcel Proust kadar güzel tasvirler yazacak yeteneği olsa da vakti olmayabilir. Şimdiyse maharetli insanları kelimelerden çok sembollerle ifade edeceğimiz bir kültür dünyasında anlatmak zorundayız. ( Elbette sadece şairleri değil ) güzel bir şeyi anlatmak için doğru kelimeyi bulmak artık kurnazların işi.

Dirayetli bir şair ve şairliğinin yanında düşünce konusundaki hünerleriyle de dünya edebiyatının sayılı yazarlarından biri olan İsmet Özel’i okurken rastladığım bir isim Marcel Proust. İsmet Özel’i okumasaydım herhalde onu da tanımayacaktım. Küçük şeyleri veya önemsiz gibi görünen duyguları derinlemesine tetkik ederek gerçekten de güzel tasvirlerle anlatan bu Fransız’ı yeterince okuduğumu söyleyebilirim. Elbette benim için ciddi bir zaman kaybıydı. Fakat şimdilerde ufak bir eşyayı bile kitap kalınlığında selektif prospektüslerle anlatan örnek batı insanının etkilendiği adamı bulmak da çok kolay olmamalı. Kesinlikle yanlış bir anlayıştır. Modern batının temellerini Goethe ile birlikte Grigoriy Petrov’un attığını sanmak.

Sabahları güvercinler ve karanfillerle beraber uyanan ve işindeki ciddiyetiyle beraber gösterdiği nezaket ve hoşgörüyle insanları kendisine hayran bırakan örnek bir Finlandiyalının, ne zaman makbul bir insan olduğu konusuna gelecek olursak, kızgın ve aceleci olmasına rağmen entelektüel olduğu söylenen birinin parmağını kaldırıp bize Beyaz Zambaklar Ülkesi’ni gösterdiğine şahit oluruz. Ama sidik kokusunu parfümlerle bastıran bir coğrafyanın ürünü olan Marcel Proust ile bir alakası olmalı medeniyet dediğimiz şeyin.

Bazı uyanıklar işgalden önce İstanbul’u ziyaret eden Knut Hamsun’un, bir osmanlı beyefendisi önünde ayağa kalkıp mahcup bir şekilde reverans ettikten sonra, eşine -biz doğunun alicenaplığı karşısında barbar bir kavimden başka bir şey değiliz- deyişini makul şeylerle açıklayabilir. Tabii ki açıklayacak, açıklamalı. nihayetinde Hamsun bir Finlandiyallı değildi ve Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabı da henüz yazılmış sayılmazdı.

Aşırı maliyetle elde edilen kazanç. Ya da tam anlamıyla “Pyrrhic” Ağır kayıplar olmasına rağmen başarılı. Tıpkı yenilmeye mahkum galibiyetler gibi. Batı medeniyetini, bütün iyi yönlerini görmezden gelerek bir ceset ve enkaz olarak değerlendiriyorum. Milattan önce Tarentum-Epir Kralı Pirus (Pryrrhic) Roma’ya saldırır. Amacı savaşı kazanmak için ne pahasına olursa olsun her şeyini feda etmektir. Savaşı sonunda Pirus kazanır fakat ordusundaki en yetenekli komutanlarını, dostlarını, teknokratlarını ve ailesini kaybeder. Pirus’un bu savaştan sonra ellerini kaldırıp “Allah’ım bir daha böyle bir zafer verme” dediği söylenir. Batı edebiyatı, felsefesi ve teknokrasisi tıpkı Pirus’un yaptığını yapıyor. özgürlük karşılığında insanlığını feda ediyor. Ahlakını, erdemini ve ruhunu..

Herhalde İsmet Özel’in bir Fransızca öğretmeni olmasından dolayı Macrel Proust’a ilgi ve alaka duyacak kadar bir şeyler iktibas etmesi veya atıfta bulunması affedilebilir. Düşünüyorum da ( ki son zamanlarda bunu çok yaptım ) henüz orta okul yıllarımda Ahmet Haşim’den birkaç dize ezberleyecek kadar imkan ve izana sahip olan ben ( bunu da nasıl elde etmişsem artık, gerçekten bilmiyorum ), nasıl olur da üniversiteden mezun olduktan sonra İsmet Özel’i amiyane tabiriyle yeni tanımış oldum. Şaka gibi gelebilir. Ama değil. Tam olarak nasıl tanıdığımı bile hatırlanmıyorum. ( Tıpkı Ahmet Haşim’i nasıl ve neden okuduğumu bilmediğim gibi ) Türk Edebiyatını lisans derecesinde okuduğum yıllarda İsmet Özel’in adını hiçbir profesörden duymadım. Müfredatta göremedim. Hiçbir ders kitabında adı geçmiyordu. Haksızlık etmeyeyim. Belki akademisyenler de Özel’i benim öğrencilik yıllarımda tanımıyordu. 🙂 Nihayetinde İsmet Özel bir Codex Cumanucux yazarı değildi ve o zamanlarda akademisyenler de genellikle Codex Cumanucux okurlardı ve okumayanlara da miskin bir adama acıyor gibi bakarlardı. Figen Hoca da bu listeye dahil. ( şimdi profesör de olmuştur. )

Oğuz Atay eserlerinde farklı zamanlarda yaşamış ünlü insanları, fi tarihinde, bir mecliste toplayıp konuşturma hususunda pek mahirdir. Tutunamayanlar’da çok eğlenceli bir tirat, Fuzuli ile Gobbels’in veya Marcel Proust ile Hitler’in birbirleriyle atışmasını mizahi olarak konu eder. Elbette onun eserinde isimler farklılık gösterir. Ama o karakterler konuştuğu zaman insan bazı hakikatleri daha iyi anlayabilir. Nihayetinde meclis dağılmış. Malcolm Little’ın annesinin akıl hastanesinde dediği gibi henüz “herkesler de gitmişken..” artık ben de gideyim..  

Marcel Proust’un soğuk bir kış sabahı kendisine ikram edilen kurabiye ve çayı anlattığı meşhur bir tasviri vardır ki neredeyse iki sayfa sürer. Üstelik hiç romantik de değildir. Yazdıklarını okuduktan sonra onun gayet gerçekçi bir şeyler söylediğine inanabilirsiniz. An, ölümsüzleşmiştir.. Ruhunuzda Tevfik Fikret’in bazı sözleri hasıl olur. Proust ile Fikret çağdaş olmasa bile Bezm-i Ezel’de kardeş olduklarından olacak ki, Tahte’l şuurlarında benzer şeyler zahir olmuş.

Fikret : 

Sen olmasan.. Seni bir lâhza görmesem yâhud, Bilir misin ne olur?

Semâ, güneş ebediyen kapansa, belki vücûd

Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar, Ve bulur;

Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak Bütün güneşle,

semâlarla beslenen rûhu, Bu rûh-ı mecrûhu?…

Sen olmasan.. Seni bulmak hayâli olsa muhâl, Yaşar mıyım dersin?

Söner ufûlüne bir lâhza kail olsa hayâl; Kırılır senden ayrılınca nazar;

Ne hazîn Gelir hayât o zaman hem vücûda, hem rûha!

Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim, Bu kalb-i muztaribim?…

Sen olmasan.. Bu samîmî bir i’tirâf işte; Sen olmasan yaşamam.

Seninle râbıtamız hoş bir i’tilâf işte; Fakat bu râbıta hâlî mi rûhu ezmekten?…

Akşam Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu;

Fena değil sevişip ağlamak, fakat heyhât, Bükâya değse hayât!.

Acaba Marcel Proust’a Yunus Emre için bir şeyler söyle deseydik aşağıdaki şeyleri mi söylerdi ;

İçinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık…

Şimdiler bu hazzı tatmak isteyen birçok insanın kahve tadında küçük anlarını ölümsüzleştirmek için fiş alıp sıraya girdiği popüler bir mekân vardır: Starbucks. Elinde Marcel Proust’un kayıp zamanın izinde kitabı, masasında bol çikolatalı makiyato ve aklında da İsmet Özel’in dediği gibi yasak düşünceler… Niç’e mesela.

Peki Hazret’e sorsaydık. Marcel Proust için neler söylerdi acaba ?

Hazreti Allah sana göndere bir gün ecel Serhengini ( askerini )

Gele görüne gözüne de azdıra benzin rengini.. Marcel.

Ayda sana emaneti, issı diler tapşırayım   (asker sana der ki emanetini sahibine ver )

Ala senden emanetini Proust, ede seninle cengini !

Emâneti senden ala Gövdeni kuru boş sala

Günâhlar boynunda kala Marcel! Nefsin ura külüngünü

Malın ile varın Ey Marcel paşa, dostun düşmanın paylaşa

Götüreler seni haşa, göresin sinin (mezarın) tengini

Marcel,

seni sinine koyalar menzilin mübarek diyeler

Proust

Üstüne tez tez atalar dünyanın hak-ü sengini ( taşını toprağını )

Karanlık yerde olasın, amelin ile kalasın

Çok ah edip söyleyesin pişmanlığın nengini..

Tartışmalardan sonra genellikle hep aynı şey sorulur. Kim haklı? Korkmadan cevaplamak lazım. Nasıl olsa hazret de öldü, Marcel de, Fikret de..

İngilizler “Scintilla” derler. bir kıvılcım veya küçük bir şey anlamına gelir. Acaba şimdi, şu an ben bu satırları yazarken Starbucks’da sırasını bekleyen gençler için bir rücu etme şansı olacak mı? Huzur kitabında Ahmet Hamdi Tanpınar ; belki de biz önce Yunus Emre okumadan Victor Hugo okuduğumuz için bu rezil bu kepaze bu müptezel ve müflis haldeyizdir, der..

Evet, haklı.

Ben yine de bütün dejenerasyona ve anlamını bütünüyle kaybetmiş ve bütün kavramlar için üzerimize saçılan ajitasyon ve propaganda kurşunlarına inat, İbrahim Hakkı’dan bir şeyler bırakarak yazımı toparlıyorum. Sizse.. siz  “toparlanın” hiçbir yere gitmiyorsunuz ” 

Açılır bahtımız bir gün; hemen battıkça batmaz ya!

Sebepler halk eder Hâlik, kerem bâbın kapatmaz ya…

Benim Hakk’a münacatım, değildir rızk için hâşâ;

Hüdâ Rezzâk-ı âlemdir, rızıksız kul yaratmaz ya…

Ama unutmamalı ki “Serendipity (tesadüf) ” bizim kültürümüze ait bir şey değil. Biz kötü bir şey ararken güzel bir şey bulamayız. Bulamadık da. ( bulmamalıyız da ) Tesadüfler Batılı insanlar için geçerlidir ( ve tabii gereklidir de )  Çünkü o topraklarda mükemmel ve mutena bahçeleri olan beyaz evler vardır ve her zaman olmalıdır. Evet, yaşayacakları başka bir cennet yok ve olmayacak da. Caddeleri aydınlık ve sokakları pırıl pırıldır. Üstelik kölelik zamanlarında bizim topraklarımızı günlük dört akçeye süren köleler orada sadece “tesadüfen” ölmeyecek kadar karın tokluğuna çalışırken tesadüfen ölmüşlerdir. Savaş Barkçin’in : “Biz batılılar kadar kötü olmadığımız için onlar iyi oldular.. ” deyişine sonuna kadar katılıyorum.

Bence, O da Haklı.

Bize gelince, biz nereden başlamalıyız? Elbette Yunus Emre’den başlayacağız, ama starbucks’ta makiyato veya panetella içererek değil. İsmet Özel’in dizelerini hatırlıyor musunuz, hani şöyle demişti ; “Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim..” 

Kusura bakmayın. 

Yunus Emre de haklı. 

Mustafa Ulvi Coşkun