Eskinin şimdiden farklı olmadığına inanamıyoruz. Artık insanların zamanlarını hoş bir şekilde doldurmak için oyunlar ve eğlenceler var. Eskiden daha çok üretmeye ve iyi olanı yükseltmeye çabalayanların devri söz konusuydu. Tarih okuyanlar ve özellikle eski devirlerin sosyolojik normlarını bilenler,  atalarımız için eğlencelerin çok daha (şimdiye göre ) önemli olduğunu iddia edebilir. Fakat bu değerlendirmeyi bizim devrimize kıyasla yapacak olursak bu savunma sadece iddia ve cılız bir fikir olarak kalır.  Elbette bu düşünceleri kabul etmiş olmak bazı tenakuz sualleri de beraberinde getirmişti. Eskiye kıyasla neden daha fazla ve daha hızlı gelişimleri bu devirde yaşıyoruz. Her gün büyük mercekler daha da küçülüp ufacık mikroskopların içine sığabiliyor. Kullandığımız vasıtalar, teknoloji dediğimiz her türlü araç ve hayatımızı kolaylaştıran onca gereçler sanki mükemmeliyetçi bir sistem için canla başla mücadele ediyor. Halbuki bizim devrimizde insanlar değil, insanları yönetenlerin üretimleri ve gelişimleri söz konusu. Ne hissetmemiz gerekiyorsa işte o duygu ve yaşam tarzı dayatılıyor bize. Giyeceklerimize, seveceklerimize, izleyeceklerimize ve en üzücü olanı da üzüleceklerimize başkaları, onlar yani çağın sahipleri karar veriyor.

Gözünü sistem içinde açan her çocuk özgür olduğuna inanarak büyüyor ve bu sistemin bir kölesi haline getiriliyor. Dramatik bir durum. Çünkü köleye istediği gibi davranma ve yaşama tarzı belirleme kararını verebilecek bir statü bahşedilmiştir bu devirde. Şimdinin köle sahipleri eskinin de köle sahipleriyle yakındır. Sadece zihniyet olarak değil nesep olarak da birbirlerine akrabadırlar. Bugün, demokrasinin veya özgürlüğün çok revaçta olmasının yegane sebebi çok fazla köleyi çok kolay şekilde yönetmenin özgürlükten başka hiçbir şeyle mümkün olmadığını biliyor olmalıdır. Bu onlar için 21. Yüzyılın en büyük keşfidir. Çünkü özgürlük gelişimi tetiklemiştir. Daha fazla köle için çok daha fazla yönetim aracı, para veya eşya özgürlüğün açtığı yolda üretilebilir.  Bu yüzden her birimiz özgür olduğumuza inanıyoruz çünkü bir şeyler üretme veya düşünme hürriyetimiz vardır. Halbuki mahsulün tamamı efendiye sunulur ve onun elbisesiyle süslenir. Köleye öyle nazik ve yakışıklı bir üslupla hitap edilir ki kendisine sunulan şerbetin bir zehir veya bir uyuşturucu olduğu hiç aklına gelmez. Çünkü bu yumuşak ve salim üslup –Yapacaksın- değil , -İster misin- diyerek söze başlar. Biz “Neyi İster miyim?” diye cevap vermeyiz. Hemen sunduğu şeylerin bize uyup uymadığını, aklımıza yatıp yatmadığını değerlendirmeye koyuluruz. Çünkü insanın fıtratı sunulan her neyse ona karşı alternatif üretmeye değil, ondan çıkar ve menfaat ile faydalanmaya öncelik tanır. Eğer keskin ve belirgin bir negatiflik algılarsak ona karşı tepki vermemiz normaldir. Fakat faydalı veya zararlı olduğu yumuşak bir süreçle anlaşılan her şey, deneyelim bakalım belki de iyidir düşüncesini doğurur. Biraz daha marjinal ve metin insanlar içinse masada o kadar seçenek vardır ki, onlar her defasında bunu istemiyorum, olmaz, saçmalık, fikirlerime hakaret, inançlarıma ters dedikçe onlar peki, bu nasıl diyerek sürekli sıradaki teklife geçerler. Bir zaman sonra tekliflerin çokluğu onları da yanılgıya düşürür. Bu yanılgı tekliflerin ardı arkası olmadığına inanmaya başladığımızın ilk kademesidir veya olabilir. Bunu tam olarak ben de fark edemedim. Fakat kesin olarak tespit ettiğim şey şu ki; bizim, bize sunulan dayatmaları seçebiliyor oluşumuz izan ve anlayışımıza özürlük olarak oturtuluyor. Tam olarak bu şekilde oluyor. Bizim özgürlüğümüz onların bize sunduğu teklifleri seçebilme imkanımızdan başka bir şey değil. Halbuki önümüze farklı, renkli, bambaşka, tezat şekilde getirdikleri her fikir ve yaşam biçimi dönüp dolaşıp yine kendi emellerine ve yönetimlerine köle olmamızı sağlayan farklı bir hastalık ve bağımlılıktan ibaret.

Nasıl ki acı ortak bir paydada toplanıp tek amaç için varlığını sürdürüyorsa bu hastalıkta vücudun farklı noktalarında zuhur eden bir kanser gibi sonunda ruhumuzu öldürüyor. Bu ölüm serüveni toplumsal olarak mutsuzluğun ve huzursuzluğun farklı isimlerle ortaya çıkan problemleri oluyor; fakirlik, zevk düşkünlüğü, bencillik,  canilik.. Halbuki her toplumun ruhunu kemiren ur bir zamanlar sağlıklı bir organdı ve onu kirleten amillerin hepsi sağlıklı organlarda gizlenmeye devam ediyordu. Bundan dolayı zenginleri, fakirleri, siyahları, beyazları farklı sebeplerle aynı korkunç akıbetler bekliyor.

İnsanların önüne o kadar farklı yaşam  ve düşünce biçimini seçenek  sunar ki v Bu üslup demokratik, özgürlükçü, varoluşçu buna benzer bütün kaideleri savunur.

Daha doğru tabir kullanayım; Aldanmışlık sevgisi. İlk baştan beri yani mağarada yaşayan ilk insanlardan beri sürekli değişen ve geliştiği iddia edilen bu çağ ve devir hikayelerini bir kenara bırakacak olursak belki hakikati görebilecek sadelikte gerçeği yakalayacağımız küçük bir fırsat doğabilir. Mesela insanın duygularından başlayabiliriz. Binlerce yıl önceki bir toplumu ele alıp onun romantikliğini inceleyebiliriz. Binlerce yıl önceki bir adamın karısına olan sevgisi veya öfkesi binlerce yıl sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Hatta eskilerin yazdıkları ve düşündükleri gelişmişliğin zirvesindeki bu çağda klasik bir ekol olarak değerlidir de. Yani aşkın veya buna benzer duyguların ilkelliğinden hangimiz bahsetme küstahlığında bulunabiliriz? Ya da bulunanlar ne kadar inandırıcı olabilir? Bir katilin öfkesindeki dikte edici teherrür her devrin bir anlık zaman vesikalarında mevcudiyetini korur ve sürekli kendisini sevgi, sadakat ve diğer duygular gibi devam ettirir. İnsanların gelişmeleri asla söz konusu değildir çünkü insanın noksan olduğuna inandığı hiçbir devir olmamıştır.  Bu yüzden günümüzde bilgisayar ve Ferrari kullanan insanlar değil onları üretenler sokrates’e saygı duyarlar. Çünkü kâşiflere göre Sokrates eski değildir, sokrates’in yaşadığı dönem eskidir. O döneme eski demek zorunda oluşumuz onun geçmişte kalmasıyla ilgilidir. Biz ise yeni değil sonrayız. Sokrates bir katırla okula gidip, kuru ekmekle karnını doyururdu. Bizi eski adamlardan farklı kılan şey işte budur: eşyalar..  O halde gelişimin sebebi sadece tecrübe midir, dönemlerin değişmesi insanı gerçekten değiştirmiş olsaydı bugün en fazla cinayetin ve ahlaksızlığın işlendiği çağda yaşamıyor olmalıydık. Maalesef… İnsan hep aynıydı. Değişen sadece oynadığımız oyuncaklar, kandırıldığımız masallar ve elbislelerimiz.. Yoksa insanın hala insan olarak kalabilmesi için koyulan bütün kuralların zamanla ve sinsice ortadan kaldırılmasıyla nihayet özgürleştik. Bizi değerli kılan hangi kaide öldürülüyorsa biraz daha özgürleştiniz diyorlar. Şimdi insanoğlu özgür müdür diyeceğiz..?  Hayır insanların çok büyük bir kısmı öldü. Geride bizi eskiye götürecek çok az insan kaldı ve onlar çok büyük bir tehlike altındalar. Zihinleri değişime karşı direnmekte gittikçe zayıflıyor. Bilgisayar kullanmayı düşünmeye, telefonun aslında iyi bir şey olduğuna inanmaya başladılar. Onları kurtarmalıyız, ama nasıl? Kim, insanların elinden özgürlüklerini almaya cesaret edebilir ki..

 

Mustafa Ulvi Coşkun