Filistin’in ve Doğu Kültürü’nün Kapsamlı Tarihi “Yunan Medeniyeti” Yalanı
Encyclopaedia Britannica, bu konuda onu aynen izleyen Encyclopaedia Universalis, Filistin’i “1923’ten 1948’e kadar İngiliz mandası altında konulmuş topraklar” olarak tanımlıyor.
Demek ki, tarihin en eski medeniyetlerinden biri için çeyrek asırlık tarihî bir süre… ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından kaydedilmiş sömürgeci güçler arasındaki sadece güç ilişkilerini yansıtan sınırlar…
Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, aslında Filistin’in sömürgecilikten aldığı bu tanımdan başka bir coğrafî tanımı da yapılamaz. Başka türlüsü olamaz, çünkü sömürgeciler, Arap-İslâm “ümmeti”ni kendi güç oranlarına göre (Berlin Konferansında, 1875’te Siyah Afrika için yaptıkları gibi) bölüp parçaladıkları için Filistin’in kaderi, “Şark Meselesi”ne, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ortaya çıkardığı problemlere bulunacak çözüme bağlıydı. Sömürgeci güçler, 1914 – 1918 savaşı sırasında, Türk İmparatorluğu’nun ganimetini peşinen paylaşmışlardı, hem de daha müttefiki Almanya’ya karşı zafer kazanılmadan önce. Hadiselerin akışını hızlandırmak için Siyonistlerin sabırsızlığıyla ne gibi beklenmedik olaylar çıkarılmış olursa olsun, “İngiliz mandası”, “Sömürgeler Bakanlığı”nın yöneticilerinden Sir Hubert Young’ın 1921’den itibaren belirlediği şu önemli yolu izlemiştir: “Bizim şimdi halletmemiz gereken mesele, bir taktik bulmaktır, bir strateji değil. Genel stratejik plan, anladığım kadarıyla, ülkede ezici çoğunluk sağlanıncaya kadar Filistin’e Yahudilerin artan bir hızla göç ettirilmesidir… fakat politikamızın gerçekte ne anlama geldiğini Araplara itiraf edebilmemiz pek mümkün değildir.”‘
Tarihinin son yüzyılında, yani 1897’deki Basel Kongresinden 1985’e kadar olan aralıkta, Filistin’i şöyle tarif edebiliriz: Burası, sömürgeci gücün bağımsızlık vaatlerini apaçık bir şekilde çiğnediği Arap dünyasının bir bölgesidir. Bu yüzden de onun coğrafî sınırlarını İngiliz Mandası çizmiştir. Filistin’in bu sömürgeci tanımını ve sınırlarını bir yana bırakırsak, tarihte Filistin nedir? Acaba burası “Eski Ahit’in ülkesi” mi? Eğer öyleyse, hangisi: “Vaat edilen toprak” mı, yoksa “Fethedilen toprak” mı? Ancak şunu unutmamamız gerekir: Mısır’daki Nil nehrinden büyük nehire, yani Fırat’a” kadar olan ” Vaat Edilmiş Toprak” (Tekvin, 15/18), aslında Hz. Davut’un Krallığı’nın toprağı olan “Fethedilmiş toprak”a bakılarak sınırları “tahminen” belirlenmiş olan bir alandır; Eski Ahit’e göre Milâttan Önceki yirminci yüzyılda yer alan bu “vaat”, kayda en erken ancak Süleyman Krallığı zamanında, yani bin yıldan daha fazla bir zaman sonra geçmiştir.
Acaba burası, bu diyara gerçekten de kendi adlarını veren ve ancak kıyı kesimini işgal edip sadece birkaç yüzyıl kalabilen şu MÖ XIII. yüzyılın Akdenizli istilâcıları Filistinlerin ülkesi mi? Herodot, Filistin olarak Suriye’nin güneyinden Mısır’a kadar olan memleketi gösterir. Romalılar ise, MS 135’te Bar Kokba isyanından sonra, imparatorluklarının bu eyaletine Filistin adını verirler. Acaba burası, Osmanlı İmparatorluğu’nun “Şam vilâyeti” mi?
Yoksa “Eski Ahit’te çok nadiren karşılaşılan”2, fakat hahamların yazdıkları eserlerle yayılan ve Siyonist Devlet tarafından istismar edilen “Eretz Israel / İsrail Toprağı” mı? Fakat o zaman da bu, kıyı bölgesinin, özellikle de Akka, kuzeydeki Hayfa ve güneydeki Gazze’nin, Eretz Israel’in Siyonist Devlet’in kurucu efsanesi oluncaya kadar, hiçbir zaman Yahudi Devleti’nin, hatta Hz. Davut’un Krallığı’nın bir parçası olmadığını unutmak olur.
Bütün bu tanımlar ve bu hudutlar, bu tarihî diyara geçici istilâcıları veya sömürgecileri olan Grekler, Romalılar ve Bizanslılar, İngilizler veya Siyonistler tarafından verilmiştir. Güneydeki Arap Yarımadası çölleri ile kuzeydeki Anadolu’nun çorak platoları ve doğuda Dicle ve Fırat’ın ve batıda Nil’in zengin deltaları arasında uğurlu bir bölge uzanır. 20. yüzyılın başlarında Amerikalı tarihçi Breasted buraya “Verimli Hilâl” adını vermiş ve yer olarak da Basra Körfezi’nden başlayan, Fırat vadisini, Asi nehrini içine alan, Akdeniz sahilini takiben Nil Deltasına uzanan alanı işaretlemiştir. Filistin bu “Verimli Hilâl”in batı boynuzunda yer alır. Konumu, yapısı ve coğrafî sınırları, tıpkı tarihî yerleşimcileri gibi, kendi kaderini tayin etmez, ama bütün bunlar “Verimli FIilâl”den hareketle insanın ruhî gelişimindeki çok özel bir rolün şartlarını oluşturur. Ancak dışarıdan gelen istilâcılarının (Romalıların fethi, Haçlıların istilâsı, İngiliz, ardından Siyonist sömürgeleştirmesi) ihtiraslarına uygun ayrı bir kimlik oluşturan Filistin’i tarih içinde konumlandırmak, binlerce yıllık şu değişmez değerin farkına varmaktır:
- Filistin çok geniş organik bir birliğin sadece bir üyesidir. O yüzden, tarih öncesinden beri “Verimli Hilâlin bütününden ayrılamaz. Yani Filistin, Arap insan deposundan hareketle, Arabistan’dan gelen göçebelerin neredeyse sürekli bir şekilde durmadan göç ettiği veya mekân tuttuğu ve bazen mevsimlik veya kalıcı olarak Mezopotamya’ya ya da bugün Suriye, Lübnan ve Filistin adını verdiğimiz yerlere yerleştiği bütün bu bölgeden kopuk olarak ele alınamaz. Kendilerine ne ad verilirse verilsin: Üçüncü bin yılın sonundan itibaren Amoriler, ikinci binin sonunda Aramiler veya genellikle daha çok bilinen adlarıyla Kenanlılar, evet bunlar ayrı kavim veya milletler değil, aksine kökenini Arap Yarımadası’ndan alan aynı Sâmi bir halkın içinde ardı ardına gerçekleşen hâkimiyetlerdir. Bu bütünün içinde kesin bir göçebe ve yerleşik ayırımı yapmak da yine keyfî veya zorlama olur. Çünkü her şeyden önce “göçebe” ifadesi, bir dizi küçük anlam farklılarını perdeler: Hiçbir zaman bir yere yerleşmeyen “saf” göçebeler vardır; düzenli göç yolları olup mevsimlik olarak yerleşerek ziraat yapanlar vardır; ticaret veya bazı işleri için belli bir dönemde şehirde oturan ve ardından tekrar yola koyulanlar vardır. O yüzden bu “göçebeler” ile ziraatçı veya şehirli “yerleşikler” arasında keskin bir sınırlandırma yapılamaz. Zira kan ve köken akrabalığıyla birbirine bağlı aynı kabile içinde bile, bütün bu çeşitliliğin (saf göçebeler, yarı çiftçi veya yarı kentli göçebeler, tarımcı veya şehirli göçebeler) kendini gösterdiği olur. Öyleyse göçebeler ile yerleşikler arasında devamlı ve hiç değişmez bir karşıtlığı savunan ve bunu oldukça basit ve ak- kara şemasına dayandıran bir tarihi yapılamaz. Tam aksine, farklı hayat tarzları arasındaki bu sızmalar ve bu ara geçişler, “Verimli Hilâl’in bütününe Sâmi dilli ve Arap kökenli halkların binlerce yıllık tortulaşmasıyla bir birlik kazandırmıştır. Bu birlik, çeşitli yapı ve yönelişteki toplumların birbirini tamamlaması ve işbirliğiyle de zaten kendisini gösterir: Sur şehri, Celile/Galilee’nin denizcilik metropolüydü; Celilelilerin ticarî işletmeleri Sur’da ve Surluların ticarî acentaları ise Celile’deydi. Sayda ile Şam, Trablus ile Humus arasında da benzer ilişkiler vardı. Böylece, kesintisiz bir zincir, bir yandan Güney ile Akdeniz sahilini, diğer yandan da Basra Körfezi’ne açılan Mezopotamya’yı birbirine bağlıyordu.
Bu birlik kültür ve zihniyet plânında da ifade edilebilir. Her şeyden önce, bir yüzyıldan bu yana ve özellikle 1975’ten itibaren Re’s Şemra/Ugarit, Aari/Mari ve İble/Ebla’da, yani günümüzde Suriye denilen alanda yapılan keşifler, bu bölgenin önemini gözler önüne serer. İble üçüncü bin yıldan itibaren (2300’e doğru) Ortadoğu’nun en önemli merkezi olur; Taş Devri’nden beri yerleşim alanı olan Re’s Şemra, ikinci bin yılın ortalarında, Yarımada’daki atalarının (Sâmi denilen) eski Arapçalarını konuşan Kenanlıların buraya yerleşmelerinden sonra zirveye ulaşır. Bu bölge, “halkların ve kültürlerin en önemli buluşma merkezini” oluşturur. Halkların üst üste yağılıp katmanlaşmasından, çatışma ve ret değil de, ardı ardına edinilen kazanımların özümsenmesi ve bireşimi sayesinde, bir kültür tortulaşması veya daha çok aynı kültürün organik bir gelişmesi doğdu. En yeni keşiflerin, İble’deki (1975’ten beri) keşiflerin Kenan’ınkine yakın bir “İblece” dilin gün yüzüne çıkarmaları manidardır: Bu Sâmi dil, M. Ö. 2 300’den beri Sümerlerin köşeli çivi yazısını kullanır. “Ortadoğu için istisnasız bir kurala göre, Suriyeliler aynı zamanda hem çivi yazı sistemini hem de yazıda Siimerce ve Akadca olmak üzere iki dili birden kullanıyorlardı. Mari/Aari veya İble’de benzer şekilde yazılıyordu… Bütün bu diller kendileri gibi Sâmi olan Akadca’ya yakın dillerdi.” Mezopotamya’ya yayılmış olan Amori göçmenler, Sümerler ve Akadlar tarafından geliştirilmiş olan yüksek medeniyeti çabucak özümsemiş görünüyorlar. Ur İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerine bir dizi dinamik krallıklar kurdular.
Bunlardan en yenisi olan (MÖ 1894) Babil Krallığı, yedinci kralları Hammurabi zamanında (1728-1686) kaybedilen birliği yeniden tesis edecektir… Böylece bir “milletler birliği”… özgün bir “medeniyet beşiği” oluşturulmuş oldu. Hammurabi’nin yüz elliden fazla mektubu, bize onun bütün Verimli Hilâl arasında iletişime imkân veren bayındırlık hizmetlerine verdiği önemi gösterir. Bu hizmetler kanallar, yollar veya tapınaklar olarak gerçekleştirilmiştir. 1902’de keşfedilen ve Louvre Müzesi’nde saklanan, üzerinde onun kanunlarının nakşedildiği dikili taş, Verimli Hilâl’e özgü kültürel ve siyasî aşamayı apaçık ortaya koyar. Hammurabi bir kopma yaptığını iddia etmez. Çünkü onun kanunları Sümerlerin katkılarıyla Akadlılararın Sâmi katkılarını alır ve özümler. O kanunlar çoktan tüccar bir toplumun kanunlarıdır, oysa on üç yüzyıl sonraki Romalıların “On iki Levha Kanunu” sadece ilkel köylülerin hukukudur. Öte yandan sekiz asır sonrasındaki Musa’nın “Ahit Kanunu” da, ileride göreceğimiz gibi, Hammurabi’ninkine nispetle bir gerilemedir. Verimli Hilalin topraklarında böylece yavaş yavaş daha sonraki dinî hayatın belli başlı konuları olgunlaşır: Aşkınlık ve öbür dünya, Allah’ın birliği, Allah’ın iradesini duyuran peygamberlik ve Şeriat, ki Hammurabi Kanunu bunun ilk örneğidir. Bu kanun aynı zamanda Hammurabi’nin Mezopotamya’sından (1350’ye doğru) Akhenaton’un Mısır’ına Verimli Hilâl’in tamamının da ortak malıdır. Büyük Sâmi dünya görüşü, MÖ XVI. yüzyılda, Mısır’a Hiksoslarla nüfuz etmişti. Yeri gelmişken, gerek Hiksoslar ve gerekse onlardan sonra gelen ve 1200’de Mari’yi zapteden Asurlular konusunda, uzun zamandır çarpıtılmış olan tarihî bir bakış açısını, son kazıların ışığında, düzeltmemiz uygun olur: Ne Hiksoslar ne de Asurlular için, yollarına çıkan eski medeniyetleri yerle bir eden saldırgan bir barbar güruhu diyebiliriz. Tam aksine, Akkad’dan Asur’a, meselâ Yeni Bâbil’e geçildiğinde, farklı kavimler değil, sadece hanedanlar söz konusudur. Ülkenin sahipleri değişir, fakat bir medeniyetin devamlılığı perçinlenir: Verimli Hilâl’in bütün göçebe akın ve baskınlarına açık olan koca yol şebekesinin kontrol ve güvenliğini sağlamaktır önemli olan. Hem ticarî hem de kültürel karışım imkânlarının bu sağlanışı, anarşiden yararlanmayı uman göçebe çetelerin elbette öfkesini doğuruyordu. (Bunun yankısı Eski Ahit’te görülebilir: Yunus, 3 /4 ve 4 /2 ; Nahum, 1 /3 ve 3 /7 ; Tsefanya, 2/13). Bu bakış açısı günümüze kadar geçerliliğini korumuş, bu arada da Asurlular ve Hiksoslar yıkıcı ve yakıcılar olarak takdim edile gelmiştir.
- yüzyılda Asurlular, Akdeniz’e ve Afrika’nın bir kısmına kadar bölgenin bütün yol şebekesine hâkim oldukları zaman, bırakın onu tahrip etmeyi, aksine birliğini ve güvenliğini sağladılar; 732’de son Arami başşehri Şam’ı zaptettiklerinde de, Arami kültürünü yok etmeyi akıllarından bile geçirmediler, tam aksine onu muhafaza ettiler ve kontrolleri altında bulundurdukları geniş alana, onların dili olan Aramcayı yaydılar. Ve bu dil bin yıla yakın bir süre bütün bu “Ümmet”in ortak dili hâline geldi (Aramca yedi asır sonra Hz. İsa’nın da konuşacağı dil olacaktır).
Aramilerin kültürünü özümsediler, onlara bakanlık, devlet memurluğu ve eğitimcilik görevlerini verdiler. Tarih ders kitaplarında, bütün hegemonyaların maalesef genel karakteri olan düşmanların zulüm ve işkencelerinden sık sık bahsedilir (aynı tarihçilerin göklere çıkardığı II. Ramses, yaptığı katliamları kendi sarayının bütün kabartmalarında övdürüp yüceltir), fakat Asurluların yakınlarda ortaya çıkarılmış kütüphanelerinden ve kültürel bütünleşme konusunda oynadıkları rolden daha az söz edilir.
Asurlular gerçekten de mağlup ettikleri kavimlerin saraylarını ve kalelerini yıkıyorlardı, ama mabetlerine, dillerine ve kültürlerine dokunmuyorlardı. Dahası, onlardan mirası devralıyor ve yayıyorlardı. Hiçbir şekilde ilkel yakıp yıkıcılar olmayan, aksine Mezopotamya ve Suriye’nin din ve kültür mirasını derlemiş Amoriler’den olan Hiksoslar için de durum zaten buydu. Onlar bu mirasın zenginliğini bütün Akdeniz sahiline yaydılar. Kazılar, onların Filistin’den geçtikleri yol üzerinde, Kenan’da MÖ XVIII. ve XVII. yüzyıllarda yeşertilmiş olan kültür ve inanç eserlerinin hiçbirinin tahribinin yapılmadığını gün yüzüne çıkarmıştır. Onlar bu mirası Mısır’a taşıdılar ve bu miras, Amorilerin tektanrıcılığına karşı din adamları kastının ret tepkileriyle yüz yüze kalacak olan Akhenaton’la birlikte iki asır sonra kısa, ama baş döndürücü bir gelişme gösterecektir.
- Verimli Hilâl’in bu uçsuz bucaksız alanındaki medeniyet ve inanç birliği, tahkimli sınırlarının içinde korunan, sadece kendi askerleriyle savunulan ve kendi dilini konuşmayan ve kendi kültürünü paylaşmayan herkesi, tıpkı eski Yunanlıların bakış açısıyla, köle olmak için doğmuş, insan dışı varlık, “barbar” olarak gören Roma İmparatorluğu gibi, bir imparatorluğunkine kesinlikle benzemez. Verimli Hilâl’de böyle bir kopukluk yoktur. Bu büyük medeniyet sadece bir ordu tarafından değil, aynı zamanda kendisine galiplerini bile sivilleştirme ve asimile etme imkânı veren kültürü tarafından da korunur. Bu bakış açısı, eski toplumların hareketlerini basite indirgeyen bir izah şeması olarak, çok sıklıkla ak ve kara şeklinde yapılan “göçebeler” ve “yerleşikler” ayırımını da göreceleştirme imkânı sunar. Şehirlilerle göçebeler arasındaki ilişkiler ile bu açılım ve milletleri kaynaştırma gücü, Gılgamış destanında çoktan kendisini gösterir. Bu destan asırlar boyunca ortak miras olmuştur. Bu geleneğin ve başkasının içinde erime, başkasını kendisinde eritme veya başkasıyla yeni bir bireşim oluşturma işlevinin mirasçısı, Sâmi dil dışında kalan sadece Sümerler değildir. Bütün Verimli Hilâl’dir onun mirasçısı. Bilindiği gibi, şehir devletinin hükümdarı kahraman Gılgamış, teke tek yapılan bir çarpışmada göçebe Enkidu’ya meydan okur. Çarpışmada galip gelir. Fakat bu çatışma diğerinin imhasıyla sona ermez. Aksine, Enkidu şehir kültürünü özümsediği zaman, iki kahraman arasında derin bir dostluk ve kardeşlik doğar: İkisi birlikte ölümsüzlüğün ve dünya hayatından sonraki hayatın fethi gibi büyük bir maceraya atılırlar. Ve bu macerayla gündelik hayatın ötesindeki aşkınlığın tedirginliği dillendirilir. Derken Enkidu dostunu korumak için öldüğünde, Gılgamış’ın derin kederi, bu kültürün içselleştirilişinin gerçek değerini gözler önüne serer.
Eski Ahit’te not edilenden çok daha önce kayda geçirilmiş olan Hâbil ile Kabil’in mücadelesinin anlatıldığı bir Suriye versiyonunda, o çatışmanın Hâbil’in öldürülmesiyle değil de, bir uzlaşmayla sonuçlanması manidardır. Eski Ahit versiyonu çok daha sonra, yani Sâmi gelenekten kopmuş egemen din adamları kastının asimilasyonu reddettikleri ve başkasını bertaraf ederek (ileride Yeşu’nun kitabında, “kutsal imhalar”ın anlatıldığı o kitapta göreceğimiz gibi) kabileci yalnızlığı aradıkları zaman yazılacaktır. Nitekim bütün Verimli Hilâl çevresi üzerinde Orta Asya’dan gelen istilâcılar sadece bir sınıra ve ordulara çarpmamışlar, aynı zamanda medeniyeti savunan bir medeniyete de (bir medeniyet hiçbir zaman sadece bir orduyla müdafaa edilemez) çarpmışlardır. Öyle ki Asya bozkırlarından hareketle kalkıp saldıran istilâcılar, silâhla galip gelseler bile, mağlupların kültürüyle yutulmuş ve medeniyetleriyle asimile edilmişlerdir.
Meselâ, bu dünyaya ve medeniyetine entegre olarak, Mezopotamya’da uzun süreli bir hanedanlık kurmuş olan (MÖ 1595-1155) Kasitler böyle olmuştur. Diğer bir deneme: Gutiler (2250-2120), evet onlar da bozkırlardan geldiler ve bu asimilasyonu reddettiler. O yüzden de egemenlikleri sadece bir asır sürdü. Bir başka misal Hititler (1650-1230) örneğidir. Onların Suriye’deki hâkimiyetleri ancak Kasitler gibi asimile olduktan sonra sürekli olmuştur. Romalılar örneği çok daha anlamlıdır: Pers ve Helen katkılarını bir doğu sanatı içinde bütünleştirerek, bütün bölgenin kültür ve sanatlarının kaynaşma ve parıldama merkezi olan Tedmür/Palmira Krallığı, Roma’nın zayıflaması yüzünden, üçüncü yüzyılın başında belli ölçüde bir bağımsızlık kazanmıştı. Bu krallık, Orta Asya’dan gelen istilâcıların tazyikine karşı direnmede âciz Roma Imparatorluğu’nun yerini alabilir ve bunu bizzat medeniyetinin gücüyle yapabilirdi. Ne var ki İmparator Auralianus 272’de buraya saldırıp şehri yerle bir etti. Savunmayı sırf askerî açıdan düşünüp tasarladığı için, bu İmparatorluk yine aynı şekilde, Ren ve Tuna kıyılarındaki “barbar” kabilelerle de anlaşmaya kalkıştı. Derken tahkimli sınırlar çöktü ve zincirlerinden boşanan Gotlar, Roma İmparatorluğunu da kendilerine katarak sürükleyip götürdüler.
“Verimli Hilâl’in binlerce yıllık tarihinin bu önemli kanunu tarihçiler tarafından niçin algılanmadı? Baş sebep, dine dayalı bir önyargıdır.
Hıristiyanlığın Batı tarafından “peygamberlere” yapılmış “vaatler”in tamamlanışı olarak benimsenmesi ile birlikte Eski Ahit’in alegorik biçimde Yeni Ahit’in bir ön habercisi olduğu tarzındaki teolojik anlayış, geri kalan bütün konuları perdeleyecek şekilde bu metinlere önem verilmesi sonucunu doğurmuştur. Teolojiden tarihe bu kayış, Eski Ahit’in muhteşem teolojik sembollerini gerçek hikâyeler yerine koydurmuştur. Yahudi ve Hıristiyan inancını artık paylaşmayan tarihçilerin gözünde bile Eski Ahit metinleri, köklü eleştirilerden sonra bile, Ortadoğu’nun tarihini analiz etmede yapılan ön çalışmanın dayanağı veya hiç değilse varsayımı olarak devam etmiştir. Bu bölgenin ve Kenan medeniyetinin tarih öncesinin incelemesinden hareketle, bu bilinçli veya bilinçsiz teolojik önyargının arkeologların basiretini nasıl bağladığını gözler önüne sereceğiz. Bu çalışmanın ilk bölümünde bizim temel çabamız, tarihî araştırmanın üzerine abanan bu ağır ipoteği kaldırmaya katkı olacaktır.
Ne var ki dinî önyargı tarihin ümüğünü sıkan tek konu değildir. Batı’da Rönesans’tan beri derince kök salmış kültürel bir önyargı vardır: Bu artık sadece Yahudi ayrıcalıklığı önyargısı değil, aksine Eski Yunan ayrıcalıklığı önyargısı, yani “Yunan mucizesi”dir. Tıpkı Yahudi ayrıcalıklığının dinî önyargısı, tek tanrıcılığı dinî bir çölde şimşek gibi çakıp fışkırmışçasına takdim elliği ve o andan itibaren Hz. İbrahim’den Hegel’in tarih Felsefesine uzanan düz çizgili bir tarih inşa ettiği gibi, Eski Yunan ayrıcalıklığının kültürel önyargısı da aynı yıldırım ve çöl karşıtlığını ele alıp devam ettirmiştir: Bir “Yunan mucizesi” vardır ve bir de çevresini saran “barbarlık”… Sanki Helen kültürü, Jüpiter’in başından tam teçhizatlı olarak çıkan Minerva gibi, yokluktan (veya neredeysee yoktan) ortaya çıkmıştır. Meselâ, Sokrates’ten önceki “Yunan filozofları” bir dâhi düşünürler topluluğu olarak adlandırılır: Tales, Anaksimenos, Parmanides, Heraklitos. Gerçi bunların hepsi de Yunanca yazmışlardır, fakat kendileri Pers imparatorluğu’nun bir eyaletinde, Anadolu’da, Milet’te, Zeytin- lik/Elea’da, Efes’te dünyaya gelmişlerdir. Düşünceleri ise Asya, İran, Verimli Hilâl ve daha ötelerdeki Hint kültürüyle beslenmiştir. Demek ki, hiçbir şekilde Yunan’ın geçmişinden kaynaklanmayan, aksine Asya kökenli olan bir kültür Yunan’a atfedilmektedir. Aynı şekilde, İlâhî mesajların potası, “Verimli Hilâl”in çevresinde ışıldayan bütün kültürlerden doğmuş bereketli Asya toprağındaki o harikulâde gelişip serpilişe de, Hıristiyanlık tarihinde, “Yunanlı Pederler” adı verilir. Bu gelişip serpilişin belli başlı merkezleri Antakya, Kapadokya, İskenderiye’dir. İgnace, Antakya; Polycarpe, İzmir doğumludur; Justin Filistin’in Nablus şehrinde doğmuştur. Tertullien ise, günümüz Tunus’undaki Kartaca’da dünyaya gelmiş ve Anadolu’nun “Montanusçu” okulunda eğitim görmüştür. İskenderiyeli Clement ve Mısırlı Oigene’den Nazianzeli (Naziance) Gregorius ve Nysseli Gregorius gibi Kapodokyalı pederlere ve Antakyalı Yuhanna Kristomos, Suriyeli Efrem, Kudüs’lü Cyrille ve İskenderiyeli Cyrille ile Şamlı Saint-Jean’a kadar…
Şu hâlde, yaşayan Hıristiyan düşüncesinin en güzel manevî cevherleri, (tıpkı Hz. İsa’nın kendisi gibi) “Verimli Hilâl”de ve ışıltısını kendisinden de ötelere yaydığı coğrafî alanda, yani Anadolu ve Kuzey Afrika’da doğmuştur. Roma Katolik Kilisesi tarafından tanınmayan bu soy zinciri, Doğu Kilisesi’nin en zengin mirası olarak kalacaktır. Batı’nm bu dışlayıcılığı büyük dini ayrılığa yol açmıştır. Filistin’in tarihini “Verimli Hlilâl”in içine “oturtabilmek” için, sözde “Yunan mucizesi”nden başlayarak bu Batılı benmerkezciliği kırmak zorundayız. Batı’nm Helenizmin yararına olarak tarihin bu “merkez değiştirmesi”nin zararlarını bir misalle gözler önüne sermek gerekirse, Tedmür/Palmira Krallığı örneğini verebiliriz.
Ortadoğu’nun bütün kültürlerinin parıltısının merkezi olan bu krallık, aşırıya kaçan bir değerlendirmeyle Greko-Romen medeniyetinin basit bir “ara istasyonu” olarak ele alınmıştır. Hâlbuki Akdeniz’den Hindistan’a kadar bütün yol ulaşım ağını, kültürlerin kucaklaşmasını ve ruhî alışverişleri düzenleyen bir başşehirdi orası. Daha da fenası: Yunanistan’ın merkez ve bütün medeniyetlerin kaynağı önyargısından hareketle, Re’s Şamra/Ugarit’i, Kıbrıslıların “bir ticaret menzili” olarak göstermeye çalışan “arkeologlar” ortaya çıkmıştır. Oysa, ileride göreceğiz, bu sit üzerinde yapılan keşifler, orasının bütün “Verimli Hilâl” üzerinde ışıldayan bir kültür merkezi olduğunu gözler önüne seriyor. Bu çarpık kültürel bakışın siyasî sonuçlarının ne olduğunu gördük: Tedmür /Palmira medeniyetinde var olan tam anlamıyla doğulu şeylerde kendisini tanıyamayan Roma İmparatorluğu, orasını Orta Asya’dan gelen istilâcılar karşısında beşerî mirası muhafaza edebilen medenileştirici merkez olarak görmek yerine, artık Romalı olmadığı için, 272’de, onu yıkıp yok etmeyi tercih eder.
Son olarak, bu tarihin üzerine bir üçüncü önyargı ağır bir şekilde abanmıştır: İmparatorluk ve millet konusundaki siyasî-askerî önyargı. Batı geleneğinde, İbrani tarihi dinin ana örneği olarak kaldığı gibi, “Yunan mucizesi”, kültürün ana örneği, Roma İmparatorluğu da siyasî birliğin ana örneği olarak görüldü. Hudutları içine kapanmış, “barbarların” (yani kendileri dışındaki bütün milletlerin) saldırılarını engellemekle yükümlü bir ordu tarafından korunmuş bir ülke ve (ana örneğini, Napolyon Kanunları’yla güncelleştirilen, Jüstin- yon Kanunları’nın oluşturduğu) aynı kanuna boyun eğmiş bir halk… Bu “kapalı” toplum şeması, panslavizmden pancermenizme, Maurice Barres’ten Charles Maurras’a, Musolini’den Hitler’e bütün milliyetçiliklerin ve bütün ırkçılıkların şeması olarak sürer gider.
Biz bunun burada şimdilik siyasî neticelerini değil, fakat sadece, ilk modellerinden birini vermiş olan Verimli Hilâl tarzı “açık” toplumların ne ve nasıl olabileceğini yasaklayarak, yol açtığı kültürel hasarları inceleyeceğiz. Verimli Hilâl’in o modelinde, birbirine bağlı birliklerin kendilerini ayrı ayrı gösterdikleri, fakat karşılıklı olarak birbirlerinden beslendikleri hareketli bir medeniyet ağı vardır. Mektuplarında görüldüğü hâliyle Hammurabi’nin MÖ XVII. yüzyıldaki projesi; yönetim, dil, din ve kanunlar gibi bütün düzeylerde bölgelerin özelliklerine saygı göstermesi bakımından manidardır. Bu tutum, Roma İmparatorluğu’nun takındığı tavrın tam aksidir. Bu alışveriş ve sentez, asimilasyon ve entegrasyon hareketi içinde, organik olarak bir dünya meydana getirilir. Ama imparatorluklar değil. Egemen olmaksızın birleştiren, yabancılaştırmaksızın medenîleştiren bir medeniyet… Alışverişte bulunan, alan ve veren; ev sahipliği yapan ve göç eden, toprağına bağlanan ve başını alıp uzaklara gidebilen açık bir medeniyet. Hilâlin tarihi, gerçekte anlamda İnsanî bir destanın tarihi olan Verimli Hilâl’in tarihi, yani aşkınlığın ve topluluğun insani boyutlarının, sürekli bir devrimle gerçekleşen, binlerce yıllık olgunlaşmanın tarihi olan bu tarih, kralların ve savaşların tarihine, diğer bütün başkalarından, çok daha az indirgenebilir. Gerçi İbn Haldun ve Montesquieu’den beri öğretilen tarih, artık sadece hanedanların ve savaşların tarihi değilse bile, yine de daha çok egemenliklerin tarihi olarak kalmaya devam ediyor. Eğer tarih geleceği önceden belirlememize, bir politika tasarlamamıza yardım ederse, ancak o zaman gerçekten insani bir anlam taşıyabilir. Üstelik böyle bir tarihin gerçekten insani bir anlama sahip olması da ancak yapılmakta olan bir tarih olmasıyla mümkündür. İlâhî mesajların potası olan Filistin’in tarihini konumlandırmakiçin giriştiğimiz bu deneme, bizi kaygı ve umutla ortaya atacağımız çok daha geniş bir soruna götürüyor; çünkü yeryüzünün geleceği bugün bu sorunun çözümüne bağlıdır: Kapalı toplumlar modelini tercih edip “terör dengesi” içinde karşı karşıya gelen bir imparatorlukların geleceğini mi oluşturacağız, yoksa tam aksine açık toplumlar modelini seçip bir diyaloglar ve karşılıklı döllenme dünyası mı kuracağız? Bu ikinci şıkta, her bir unsurun kendine özgü buluş ve çabaları, özgünlüğünü başkasını ret, inkâr ve imha yoluyla değil de, o başkasının taşıdığı İnsanî ve İlâhî yanların asimilasyon ve entegrasyonu yoluyla dışa vurulacaktır. Çocuklarımızın yaşaması veya ölmesi şu tercihe bağlıdır: Emperyal bir dünyanın kendi kendini imha etmesine izin mi vereceğiz, yoksa âhenkli bir dünyayı inşa mı edeceğiz? Tarihî araştırmamız, tarihteki Filistin hakkında ve İlâhî mesajların bu potası üzerinde derin bir tefekkür yoluyla, bu soruya cevap vermek için katkıda bulunmazsa, pek bir anlam ifade etmeyecektir..
Roger Garaudy / Müslüman Fransız Tarihçi