TARİHİ VESİKALARLA ENDÜSLÜS MEDENİYETİ VE ELHAMRA

Çok az güzellik, kendisi hakkında yazılanlardan daha güzel olmayı başarabilmiştir. Bu cümleyi yabancı bir seyyah Hindistan’daki Taç Mahal’i tasvir ederken kullanmıştı. Bense bu kelimeleri başta Endülüs medeniyeti olmak üzere Elhamra(Kırmızı) için kullanmak istedim.

Önce Sezai Karakoç’un kaleminden daha sonra Yahya Kemal’in hatıralarından ve son olarak tarihçi Mustafa Armağan’ın bir köşe yazısıyla Endülüs medeniyetini bütün ayrıntılarıyla okumanız için derledim. Aslında yüzyıllar önce benliğimizi kaybettiğimiz o medeni çığlığı duyun istedim. Zarif bir medeniyetin sessizce yok oluşunu.. Bugün futbol şölenleriyle imrendiğiniz Barcelona’da aslında tam 90 yıl boyunca İslam’ın hükmettiğini düşünseniz ya, hayal gibi geliyor ama bu bir gerçek. Limon ve defne kokuları eşliğinde her gün Barcelona sokaklarında “Allah tektir ve Muhammed ( s.a.v ) onun kulu ve elçisidir” hakikati göğe yükselmişti… Bir sabah 7 bin askeriyle İspanya’ya inen Tarık Bin Ziyad’ın gemilerini yakıp askerlerine verdiği o talimatla başlayan medeniyet serüveni şimdi birkaç saray ve ansiklopedik bilgiyle tarihi vesika olarak yerinde duruyor..

Başlayalım;

Miladın 15., Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı Seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyon’u Timur’un yürüyüşü, İslam ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır.

Rüyaların bile hülyasına cesaret edemeyeceği o canım, güzelim, o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır.

Ruh ve fikrin en canlı ve en doğurgan olduğu ilk vakitlerden de oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. Her yanda, bir kavgadan yeni çıkmış bir insanın durumu gibi sızlayan yaralar… Daha yeni yaralar sarılıyor, ülkeler onarılıyor. İslam Âlemi yeniden kuruluyor. Yeniden kuruluşun inşaat şartları.

Ne yapılırsa yapılsın, ne olursa olsun ölüme yenilmeyen Müslümanlar yer yer, küçük küçük de olsa devletlerini kuruyorlar, onarıyorlar. Bunların içinde yalnız bir tanesi vardır ki, en kısa zamanda, Timur’un öldürücü vuruşunu da tattığı halde, dünyanın en büyük devleti olmuş ve olma yolunda:

Osmanlı Devleti. Ama o da henüz İslam dünyasının merkez çatısını kurmaya çalışıyor ve denizaşırı ülkelere büyük çapta ve sonucu değiştirecek ölçüde yardım etmek imkanından veya zamanından mahrum.

Başta Sultan II. Bayezid, fetih hareketini sabitleştiriyor, toprağın derinliğine işliyor. Her taarruzla, her fetihle kazanılan, bir tedbirle, bir ihtiyatla korunur. Bu tedbir ve bu ihtiyat, yeni taarruz ve fetihlerin hazırlanış dönemidir de. Bayezid’in önemi küçümsenemez. Çünkü onunladır ki, Fatih ile gelen gitmemiş, kalmıştır. Ve onunladır ki, Yavuz ve Kanuni ile gelen gelebilmiştir.

Bir de ortalıktaki sulh ve sükun ihtiyacı hesaba katılsın. Ve Cem’in talihsiz, büyük şartların kurbanı şehzadenin Devlet başına açtığı iş düşünülsün.

İşte, İslam’ın merkez alanı bu durumdayken, parlak İslam medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir.

Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı Hıristiyan, kızıl inkâr, onmaz barbarlığın mahvettiği Endülüs’ün… Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok.

İslam Endülüs’te kendi üstüne katlana katlana, kendi içine sığışa sığışa, kendi içine çekile çekile, kendine doğru çekile çekile Gırnata’dan ibaret kalmıştır. İşte, onun da kapıları, Korkunç Ferdinand’ın omuzları, ordusuyla zorlanmaktadır. Artık sağ, sol, ön, arka, dört yan düşmandır. Avrupa’da merhamet, Afrika’dan ümit yoktur.

Endülüs İslam Devleti yıkıldıktan sonra kalan beylikler, kendilerini bekleyen korkunç sonu hiç düşünmeksizin, küçük hesaplar, kıskançlıklar içinde birbirlerini yiyip bitirmişler, bundan faydalanan Hıristiyan krallıklar her birini teker teker almış, eşsiz medeniyeti imha etmiş, sarayları, medreseleri, kütüphaneleri, evleri, yuvaları yıkmıştı. Kitapları ateşe vermiş, insanları ateşe vermişti.

Koca Endülüs’ten geriye bir toz toprak bulutu içinde çığlık atan kadınlar ve çocuklar, kaçışan hayaletler ve çağın kulağında çınlayan, asırlarca çınlayan feryatlar uğultusu kalmıştı. Ve daha insanı acıdan boğan nice gerçekler, nice fâcialar…

Kalan son şehir Gırnata’nın hükümdarı bir elçiyle Sultan Bayezid’ten yardım istemişti. İstanbul’a gönderilen elçi ve heyetin Padişah’a sunduğu Kaside de, işte, Endülüs’ün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Ebu’l-Beka Sâlih b. Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir.(1) Fakat yukarıda söylenen sebepler ve o zaman deniz gücümüzün henüz yeteri kadar gelişmemiş olması yüzünden yeteri kadar yardım yapılamamış ve Gırnata da sırtlana taş çıkartan kan düşkünü Ferdinand ve isterik Izabel’in eline geçti.

Artık onların işlediği cinayet, anlaşmalara aykırılık, yakıp yıkmayı düşünmek, bir tarih kitabında, en soğuk bir ışık altında okumak bile insanı küle çevirebilir.

Ancak daha sonra ve Barbaros’un çalışmasıyladır ki, birçok Müslüman’ı kurtararak Afrika’ya taşıyabilmişizdir.

İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir.

Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezar taşıdır bu.

Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam bu kaside, bu acı deneyleri geçirenlerin büründüğü tevekkül içinde zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor.

Endülüs örneğinde bir tarih felsefesi modeli gibi gelecekleri haber veriyor. Hatta denebilir ki, Endülüs’ün kurtarılma vaktinin geçtiğini görüyor da sadece bir ibret dersi veriyor. Hatta yalnız Müslümanlara değil, bütün insanlara. Evet, bütün gelecekleri haber veriyor.

Ne yazık ki, o gelecekler birkaç kere daha geldi.

Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş, İstanbul 1985, s. 17-19

Elhamra Sarayının Dışarıdan Görüşünü

Yahya Kemal Beyatlı’nın dilinden Elhamra ve Endülüs

«Kurtuba’nın Emevî payitahlığından kala kala meşhur câmii, ötede beride birkaç yapı harabesi ve biraz hisar bakiyesi kalmış. Kurtuba Câmii muazzam bir eserdir, fakat yekpare değil, mürekkep bir eserdir. Bir kapı­sından girince birdenbire hudutsuz vehmini veren, bir sütun ormanı içinde kaldım. Bu sütunlar ikiz ve incedirler. Hemen hemen mermerin her çeşidinden ve her nev’indendirler, başlıkları Endülüskâri kavisli ve her tarafta müsavi inşa edilmiş başlıklardır. Câmi bugünkü haliyle yine çok caziptir. Fakat İsponyollar fethettikten sonra katedrale çevirmişler ve XVI. asır iptidasında bir mimari şuursuzluğu ederek ortasına Rönesanskârî bir kilise yapmışlar, câmiin etrafını da çepçevre Hıristiyan mihraplarıyla doldurmuşlar. Bu tahribat yapılmasaymış bugün bile gözleri kamaştıran genişlik daha fevkalâde olurmuş. Artık İslâm zamanında, câmiin bü­tün kandilleri, zemininde bütün haklan, etrafında bütün şamdan, rahle ve kürsüleri varken nasıl bir harikaymış Allah bilir. Kurtuba’nın diğer akşamından bahsetmeyeceğim, çünkü ehemmiyetli değil. Yalnız insan bu şehirdeyken Türkiye’yi komşu bir memleket zannediyor; çar­şıları, sokakları, pazar yerleri, o kadar Şark tarzındadır»

Elhamra şehrin arkasında bir tepededir Bu tepede şimdi Tank’la ge­çen Arapların, muzafferiyetini müteakip inşa ettikleri bir hisarla, bundan yedi yüz sene sonra, Abdullahü’s – sagîr’le Afrika’ya hicret etmiş olan son Arapların Elhamra sarayı var. İlk fatihlerle son mağlupların eserlerini yan yana görmek insana mukadderat hakkında çok derin bir murakabe hissi veriyor. İlk hisar kartal gibi satvetli, çıplak, saf, sade, metin ve vakurdur. Son saray incelmişliğin, haddeden geçmiş temeddü­nün ve zevkin gözleri kamaştıran bir numunesidir. Bu iki bina yan yana duruyorlar. Bu gün görülen Elhamra eski Gırnata Sarayı’nın ancak harem dairesidir. İspanyollar burasını fethettikten sonra, asıl kışlık sarayı yakmışlar ve yerine -elân bâki kalan- Rönesans üslubunda kaskatı bir Charles Quint Sarayı bina etmişler. Elhamra’nın arka tarafını her nasılsa bırakmışlar. Bunun için de Elhamra’ya bir ard kapıdan giriliyor. Girerken olağanüstü bir muhit içine girileceğinin farkına bile varılmı­yor. Girdikten sonra bu küreden başka bir küreye geçmiş, adeta bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, o kadar nadir bir hayret içindeydim. Bu hayret daireden daireye gittikçe arttı»

Yahya Kemal

Endülüs İslam sanatını, Müslüman İspanya tarihinden ayrı düşünmek imkansızdır… Elhamra inşa edilirken hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış, her detay itina ile hesaplanmıştır. Kavislerin bölünüşünde, tek ve çift sütunların hoşa geden bir tarzda yerleştirilmelerinde, kapı ve pencere yerlerinin tespitinde bunu anlamak mümkündür.

 

“Elhamra Sarayı’nın Avlusunda Oturup Ağlamak”

Endülüs’e geldim ya, artık Madrid demiyorum, benim için o Mecrit; Toledo, Tuleytula oldu, Granada ise Gırnata; Sevilla mı, ben ona İşbiliye diyorum; Cordoba hafızamdan silindi silinecek, o artık Kurtuba.

Müslüman hâkimiyetinde 87 yıl kalmış olan Barcelona’ya bile Berşeluna der oldum.

İspanya’da eğrilen dilimi doğrulmaya adadım kendimi; “dil”imi, yani medeniyetimizin en gümrah dallarından olan ama ne yazık ki Lethe’nin suyundan içenler gibi hafızasını unutanlardan olduğumuz Endülüs’ün gök kubbemizdeki izlerini belirginleştirmeye daha doğrusu. Endülüs, yalnız Müslümanlar için değil, hatta Avrupa için de değil, insanlığın tamamı için de kaybedilmiş bir kıta… Özellikle de İspanya için.

Amerika kıtasına 1452’de ayak basan İspanyollar, orada Sansalvador altınlarını yelkenlilerine yüklerken, üç beş ay önce içlerindeki som altın külçesi olan Gırnata’yı kendi elleriyle boğmuşlardı. Sonunda o kadar feci katliamlar ve yağmalarla çıktıkları Yeni Dünya’yı keşif serüveni kursaklarında kaldı, altınlar belli ailelerin kucağına aktı ve sonuçta Endülüs gibi bir altın madenini işleyemedikleri için çöktüler. Büyük hoşgörü medeniyetinin izinde gidebilecekken fanatizme kapılan İspanya’nın kralları büyük bir fırsatı harcadılar.

İşte tam da zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslümanların var kalma mücadelesi verdiği bir ortamda basılan ‘Don Kişot’ (‘Kihote’ okunur) ile Cervantes’in gözümüze sokmak istediği dram Endülüs’ün harabeye yüz tutan derin kimliğidir. Son sayfasına kadar “kayıp cennet” addettiği Endülüs’ün nabız vuruşları ve kısık sesi duyulur. Dünyaya ‘Altın Çağ’da değil de Demir Çağı’nda geldiğini söylerken kastı Endülüs’ün bu ülkeye yaşattığı altın çağdan sonra içine yuvarlanılan ahlakî, sosyal, iktisadî ve kültürel sefalettir. Aynı zamanda da bu çağda yaşadığından duyduğu utanç sızar satırlarından.

harikulâde perspektifler ortaya çıkmış, avlular ile açık salonlar arasında güneş ışığı, suların akışı ve gölgelerin oyunu buluşturularak, dış alemle inanılmaz bir uyum ve zarafet sağlanmıştır. Bu, sanki el değince kırılıp dökülecek hissi veren yüksek bir zarafettir. Elhamra’yı gerçekten anlamak için, sarayın içindeki pek çok kitabeyi anlayarak okumak gerekir.

Her nasılsa Kurtuba Ulu Camii’ndeyiz. Her nasılsa İşbiliye ve Gırnata’daki Tuleytula ve Mecrit’teki kardeşlerimiz gibi yok edilmemiş olduğuna sevindiğimiz bu muhteşem mabette namaz kılmak, hatta elini kaldırıp dua etmek bile yasak! Katoliklerin her gün âyin yapabildiği bir mekânda güvenlik güçleri dua bile etseniz harekete geçiyor. (Ayasofya’yı hatırlatacak akl-ı evvellere burasının katedral olduğunu hatırlatalım.)

Asırlarca secde edilmiş zeminine ayakkabımla basamadım. Camiye hakaret olurdu bu. Bu ihtişamın zarafet ve tevazu ile kucaklaştığı ve asırlarca Kur’an seslerine ev sahipliği yapan “Ulu Mabed”i anlatacak bir Yahyâ Kemâl’imiz yok. Sezai Karakoç’un kaleminden damlayan usâre de olmasa Endülüs, edebiyatımızdan ve en mühimi de hafızamızdan sökülüp atılacak gibi.

ENDÜLÜS NEDEN ÖNEMLİ PEKİ?

Endülüs’e bu adı, ‘Vandalus’ yani Vandalların ülkesi anlamında Araplar vermiş. Bu “çorak ülke”yi medeniyetin zirvesine taşıyan Endülüs aydınlanması, barbar Vizigotların yozlaşmış iktidarının yerine halkın daveti üzerine gemileri yakarak gelen Tarık b. Ziyâd’ın askerlerine, asıl parlayışını ise Şam’daki katliamdan her nasılsa kurtulmuş ve yıllar sonra Endülüs’te ortaya çıkan Şehzade Abdurrahman’ın zuhuruna borçludur. (Garip bir “Anastasia” masalı gibi, değil mi?)

711-1492… Tam 781 yıl süren Endülüs’e Hroswitha adlı yazarın ifadesiyle “Dünyanın Ziyneti” denilmesi bir iltifat değil, hakkın teslimi… Eğer son Hıristiyanlığa “dönmüş” (gerçekte Müslümanlığını koruyan) Müslümanların ülkeden kovulduğu 1615 yılını esas alırsak tam 9 asır, 4 yıl süren Müslüman varlığı karşısında bizim Anadolu’ya gelmemizin üzerinden 9 asır 44 yıl geçtiğini hatırlamak önemli. Yani neredeyse Anadolu’nun İslamlaşması macerası kadar süren bir âlemden bahsediyoruz. Endülüs denilince İspanya adına Küba’ya giden Kolomb’un orada “camiye benzer bir yapı” görmesi bu bakımdan manidar. Küba ve California’daki beyaz avlulu evlerin Kurtuba’dan transfer edildiğini yazan Kübalı Prof. Menocal’a teşekkür etmemek kabil mi?

Müslümanların İber yarım adasına gelişiyle muazzam bir iktisadi canlanma yaşandı. Nüfus arttı; sulu tarım yeniden başladı; Akdeniz ticaret ve seyahat yolları yeniden açıldı. İbn Rüşd gibi filozoflar, Zehrabî gibi ilim adamları, İbn Arabî gibi sufiler, İbnu’l-Hatîb gibi şairler, İbn Hazm gibi hukukçu-edibler, kuyruklu yıldızlar gibi semasını boş bırakmadı. O kadar ki Hıristiyan ve Yahudi gençleri kendilerini Arapça şiirin cezibesine kaptırmıştı. Kurtubalı Alvarus, Hıristiyan gençlerin Latince mektup bile yazamazken Arapça kaside yarışına girdiklerinden şikâyet ediyordu.

Kur’an’dan alınan ayetlerin ve İbn-i Zamrak’la diğer Müslüman şairlerin mısralarının kazınmış olduğu bu kitabeler bazı duvarları tamamen kaplamakta, kemerler, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca uzayıp gitmektedir. Öyle ki, bu yazıları süsleme motiflerinden ayırmak neredeyse imkansız haldedir. Evet, Elhamra konuşur. Hem de kutsal kitabının sesiyle konuşur.”

Avrupa topraklarında halifeler yaşadığını biliyor muydunuz?

Emevilerden III. Abdurrahman 928 yılında hilafeti ilan eder, Kurtuba’da. Kurtuba başkenttir gerçi, Gırnata ise ‘son kale’ olacaktır. Ve Nasrî hanedanının yönetiminde Elhamra Sarayı inşa edilir. Her köşesinde “Lâ gâlibe illâllâh” yazılarıyla karşılaşmamak imkânsız. Duvar ve kemerleri bir dantela gibi işlenen bu zarafetin zirvesi eserde “Allah’tan başka kazanan yoktur” uyarısının göze sokulurcasına tekrarındaki hikmeti idrak etmek yeni kapılar açar ufkumuza.

Velhasıl Endülüs sessiz bir çığlık…

Portakal ağaçları gerçekten de İşbiliye’deki Alkazar’dan (el-Kasr) Elhamra Sarayı’na kadar diriltici rayihası ve zekâyı kışkırtan renkleriyle sizi yalnız bırakmaz. Aralarından bir sis gibi süzülürken İbn Haldun’un portakal ağacı teorisinin hafızamın hapishanesinden firarıyla cıva düşmüş gibi oluyor avucuma.

İbn Haldun, portakal ağaçlarının peyzaj unsuru olarak kullanılmasını bir yozlaşma alâmeti olarak görür. Eğer bir şehirde çok fazla portakal ağacı varsa orası kendi sonunu hazırlıyor demektir. Üstadın kastı elbette ağaç değil, anlamı? Portakal ağacı lükse kaymanın ve enerjiyi kaybetmenin alarm zili ona göre. Hükümdarlar iktidarı ele geçirdiler mi rahata düşkünlük başlar. Üç nesil içinde bir hanedan enerjisini (asabiye) kaybedip lükse ve rahatın kucağına düşer Üstad’a göre. Tabii ki Mağrip kartalımız Gırnata’nın düşüşünü göremedi. Endülüs’ün son kalesi 90 yıl önce yazdığı akıbete düçar oldu.

Kraliçe İzabel ve kral

Ferdinand’a teslim edilen şehrin anahtarları, Endülüs’ün de artık açmaz olmuş anahtarlarının tesliminden ibaretti. Yalnız Müslümanların değil, dünyanın da onun diriltici soluğuna ihtiyaç duyduğu bir zamanda söndü bu fener. Işığını onu söndüren İspanya’ya değil, İtalya’ya göndermesi Rönesans’ı tetikleyecekti.

Hanan eş-Şeyh (Hanan al-Shaykh), “Elhamra Sarayı’nın Aslanlı Avlusu’nda oturup ağladım.” başlıklı yazısında bir zamanlar ilim, irfan kalp ve teknikle harikalara imza atmış olan Müslümanların haline dikkat çeker: Biz gerçekten de onların torunları mıyız? Neremiz onlara benziyor?

Derken sorular boşalıyor: İspanyolları Endülüs’ü yok ettikleri için suçlamak, açık kapıyı omuzlamak değil de nedir? Ecdadımıza, bu benzersiz eserleri verdirecek kudret bizden

neden el çekmiştir? Onlara Elhamralar’ı ilham eden dinin güneşi bizim dünyamızdan güneşini neden esirgiyor? Endülüs’e gitmenin anlamı boğa güreşi, flamenko ve Barcelona’nın maçlarından ötede yatıyor. O, paslanmış kapılarımızdan birini zorlamıyorsa öldüğümüzün resmidir.

Mustafa Armağan

 

(1) Endülüs’ün düşüşünden önce Endülüslülerin Sultan Bayezid’e gönderdikleri Feryadnâme -1486-1487-

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.

Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu.

 

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.

Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

 

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.

Yok, hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.

 

Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:

Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar ileri doğru işlemez oldu mu.

 

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.

Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu

Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

 

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?

De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

 

Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,

Sâsaniler’in ebedî sanılan devleti ne oldu?

 

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ?

Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

 

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.

Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu

 

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık

Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

 

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;

Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.

 

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın;

Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu

 

Zamanın fâciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!

İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

 

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir

Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.

 

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.

Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı,

Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

 

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.

Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı;

Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu.

 

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir?

Şâtibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

 

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.

Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?

 

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.

Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

 

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar

Bu güzelim vatan köşeleri kül haline geldikten sonra yaşamak boşun boşu,

İnsan yaşamaya ne borçlu?

 

Yüce İslam, yârinden ayrılmış bir genç gibi.

Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.

İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan

Endülüs için, ulu İslam, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu

 

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı

Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu…

 

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,

Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

 

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere, dedikodulara batmış kişi!

Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!

 

Ey göğsünü gererek “Benim ülkem, saltanatım” diyen, kurumundan geçilmeyenler!

Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

 

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;

Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

 

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,

Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu

Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde

Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

 

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,

Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

 

Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?

Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?

 

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden

İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

 

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,

Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!

 

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?

Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

 

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.

Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rabbi ne kaderdir bu!

 

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.

Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?

 

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.

Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

 

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların

Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.

 

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.

Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

 

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki.

Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu

 

İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.

Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.

 

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:

Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!

 

Ebu’l-Bekâ Sâlih b. Şerîf – Tercüme: Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş, İstanbul, 1985, s. 85

 

ENDÜLÜS MEDENİYETİ – İSPANYA – KURTUBA –

Araplar, 8. yüzyılda İberik yarımadasını zaptettikten sonra buraya, dolayısıyla da bütün Avrupa’ya büyük bir medeniyet getirdiler. Avrupa, matematik, kimya ve astronomiyi onlardan öğrendi. İslam sanatkârlarının mimariye getirdikleri zerâfet ise, Avrupa baronlarının daha önce rüyasında dahi görmedikleri, hayâl bile edemedikleri güzellikteydi.
İspanya’da Endülüs İslam devletini kuran Müslümanlar, bu ülkede pek çok sanat eseri meydana getirdiler. Kurtuba (Cordoba)’da inşaatına 785 yılında başlanan ve 300 yıl boyunca sürekli ilavelerle büyüyen Kurtuba Camii ile Gırnata (Granada) şehrindeki Elhamra Sarayı, bu eserlerden sadece birkaçıdır.[1]

Elhamra Sarayı (El Hamra Sarayı)(Arapça: القلعة الحمراء al-Qal’a al-Hamrâ ya da القصر الحمراء al-Qasr al-Hamrâ, İspanyolca: Alhambra / okunuş: Alambra) – Granada: İslam mimarisinin ulaşabileceği yüksek noktalardan biri olarak bugünlere ulaşmış bir şahit olan Elhamra Sarayı’nın temeli 1232 yılında, Gırnata Emirliği yani Beni Ahmer (Nasiriler) devletini kuran 1. Muhammed (Muhammed ibnü’l Ahmer) zamanında atılmıştır. Saray, aynı sülaleden gelen çeşitli hükümdarlar (3. Ebu Abdullah Muhammed, 1. Ebul Haccac Yusuf, 5. Muhammed) tarafından yapılan ilavelerle genişletilmiştir.

Elhamra’nın yapımı devam ederken Endülüs’ün diğer önemli iki şehri Kurtuba ve Sevilla (1236 ve 1248’de) Hıristiyan Kastilyalılar’ın eline geçmiştir ve oradaki Müslüman halk çeşitli işkencelere uğramıştır.

1001 gece masallarındaki rüya sarayların gerçek alemdeki izdüşümü sayılabilecek olan Elhamra’nın doğal çevreye uyumu, girift yapısı, farklı süslemeleri ve yaşanan mekan ile su ve yeşili belli bir ahenk içinde buluşturabilmesi, kazandığı şöhretin hiç de haksız olmadığını gösterir. Paris’teki “Institut du monde arabe” (Arap Dünyası Enstitüsü) eski Başkanı Edgar Pisani; sarayın, İslam medeniyetinin insanlığı ulaştırabileceği en yüksek noktalardan biri olduğunu söyledikten sonra Elhamra’yı şöyle anlatır;

«Endülüs İslam sanatını, Müslüman İspanya tarihinden ayrı düşünmek imkânsızdır… Elhamra inşa edilirken hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış, her detay itina ile hesaplanmıştır. Kavislerin bölünüşünde, tek ve çift sütunların hoşa geden bir tarzda yerleştirilmelerinde, kapı ve pencere yerlerinin tespitinde bunu anlamak mümkündür. İşte bu sayede harikulâde perspektifler ortaya çıkmış, avlular ile açık salonlar arasında güneş ışığı, suların akışı ve gölgelerin oyunu buluşturularak, dış alemle inanılmaz bir uyum ve zarafet sağlanmıştır. Bu, sanki el değince kırılıp dökülecek hissi veren yüksek bir zarafettir. Elhamra’yı gerçekten anlamak için, sarayın içindeki pek çok kitabeyi anlayarak okumak gerekir. Kur’an’dan alınan ayetlerin ve İbn-i Zamrak’la diğer Müslüman şairlerin mısralarının kazınmış olduğu bu kitabeler bazı duvarları tamamen kaplamakta, kemerler, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca uzayıp gitmektedir. Öyle ki, bu yazıları süsleme motiflerinden ayırmak neredeyse imkânsız haldedir.» [2] «Evet, Elhamra konuşur. Hem de kutsal kitabının sesiyle konuşur.» [3]

El hamra sarayı, kurtuba, corduba

Tarihçe

Endülüs İslam Devleti, 13. yüzyıldan itibaren gerilemeye başladı. Yarımadanın kuzeyi, Hıristiyan devletlerin eline geçti. Fakat Muhammed İbnü’l Ahmer adındaki bir Arap kumandanı, devletin idare merkezini Kurtuba’dan Gırnata’ya nakletti ve burada kendi adıyla, yani “Ben-i Ahmer Devleti” (Ben-i Nasr) adıyla anılan devleti kurdu.1232’den 1273 yılına kadar hükümdarlıke den Muhammed İbnü’l Ahmer, kuzeyden çekilen bütün sanatkârları ve bilginleri yanına aldı. Onun zamanından itibaren Gırnata, harika mimarlık eserleriyle dolmaya başladı.[1] Bu devlet zamanında Endülüs’te yapılan en güzel eser Elhamra Sarayı’dır.

Elhamra Sarayı, Gırnata’ya hakim bir tepe üzerindeki düzlükte, savunma kalesi ve saray olarak yapılmıştır. Bu yüzden dışarıdan biraz hantal görünür. Fakat hantal kale duvarlarının içinde eşsiz güzellikte bir sarayla karşılaşılır.[3] Bu saray, yüzyullar boyunca sanatçıların ve gezginlerin hayranlığını toplamış, onların hayallerini coşturmuştur.

İki ırmağa bakan bir tepenin düzlüğünde yer alan Elhamra’nın [1] duvarlarında kırmızı tuğla, damında kırmızı kiremit kullanıldığı için adına da Elhamra, yani “Kırmızı” denmiştir.[3]

Nasri hükümdarları, Daro ırmağının suyunu saraya kadar çıkardılar. Her emir, yeni bir saray yaptırarak kaleyi büyüttü.[1] Böylece Elhamra, saray ve köşklerden kurulmuş bir topluluk haline geldi. Sarayların içi kadar avluları da güzeldir. Bunlardan en güzelleri uzun bir havuzla süslü olan El-Bürke Avlusu, döşemesi mermer kaplı Meksuar Avlusu ve Arslanlı Avlu’dur.[3]

Arslanlı Avlu, 1354-1359 yılları arasında hüküm süren V. Muhammed zamanında yapılmıştır. Bu avlunun ortasındaki 12 arslan, ağır ve yuvarlak bir havuz yalağını destekler. Havuzun ortasındaki fıskiyeden fışkıran sular, çevredeki revakların kemerlerine benzer kıvrımlar yaparak dökülürler.[3]

Elhamra sarayı, yalnız arslanlı havuzu ile değil, çeşitli süslemeleri ile de birharikadır.[1] Birbirine dik olan Arslanlı Avlu ile El-Bürke Avlusu’nun etrafındaki salonlar eşsiz güzelliktedir. Birinci avlu 36 metre uzunluktadır. Bu avlunun iki büyük kenarı üzerine açılmış karşılıklı kapılardan yan salonlara geçilir. Avlunun kuzey ve güneyinde bulunan yedi kemerli galerinin süslemeleri göz kamaştırıcı güzelliktedir. Avlunun kuzey kenarındaki kapısından bir dehlize ve oradan da Elçiler Divanhanesine geçilir. Bu salonun kenarları 11,24 metre, yüksekliği 18 metre, duvarlarının kalınlığı ise 3 metredir. Bu kalınlık yüzünden pencereler birer oda görünüşündedir.

Elhamra Sarayı, zarif ve zengin süslemeleri, bahçeleri ve havuzlarıyla bir şiir gibidir, b,r duygu pırıltısıdır. Fakat bu saray, Hıristiyan taassubu ve anlayışsızlığı yüzünden büyük zararlar gördü. Charles-Quint (Şarlken), Endülüs’ü zaptedince sarayın bir bölümünü yıktırdı ve yerine Rönesans üslubunda bir saray yaptırmak istedi.[3] Ama bir sirki andıran ve tamamlanmamış olan bu saray, Elhamra’nın sanat ve zevk seviyesinden mahrumdu ve çok kabaydı. [1]1522’deki bir depremde, 1590’daki bir patlamada saray bir miktar daha hasar gördü. 17. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar da tamamiyle terk edildi. Ancak, 19. yüzyıl ortalarında, İspanya’da daha güzel bir mimarlık eseri bulunmadığını nihayet kabul edilerek korunmaya alınmış ve günümüze dek gelebilmiştir.[3/1]

Elhamra Sarayı’nın bunca ihmâl ve yıkıntıdan sonra ayakta kalan kısmı bile essiz bir hârikâdır.[1]

Elhamra,  içindeki tüm oda ve salonları çepeçevre dolaşan bir sözcük, dünyanın bu en nazenin, ortaçağın en ünlü, Endülüs’teki 780 yıllık İslam hakimiyetinin de en önemli sarayı sayılan Elhamra’nın sırrını adeta özetleyen Arapça bir cümledir. Tüm Elhamra’ya damgasını vuran bu tılsımlı sözcük, “Allah’tan başka galip yoktur” anlamını taşır. Bu bakımdan Elhamra, Allah’ın tek galip olduğunu tüm dünyaya haykıran bir saraydır ve dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.[2] Belki de sırf bu sebeple Elhamra Sarayı’nın kıyamete kadar ayakta kalması ve batı insanını İslam sanatına hayran bırakan bir başeser olarak varlığını sürdürmesi mukadder kılınmıştır.[3]

Saray mevcut haliyle halen göz alıcı bir güzelliğe sahip olmasına rağmen, buranın çok uzun yıllar kendi kaderine terk edildiği, adeta dilencilerin ve evsiz barksız insanların barınak yeri haline geldiği bilinmektedir. Bu dönemde bakımsızlıktan dolayı bazı yerlerde duvar kabartma süsleri dökülmüş, hor kullanmadan dolayı kapı ve pencereler tahrip olmuştur. Öyle ki, bekçilik yapan bir ailenin korumasına teslim edilen sarayın bahçesine, ilgisizlikten dolayı gecekondu misali kaçak evler bile yapılmıştır. Sarayın Mexuar denen idari bölümü avlusunun bir zamanlar koyun ağılı olarak kullanıldığı, yine bu bölümün arka kısmında kapel haline çevrilen ibadethaneye geçiş için bir duvarın yıkılarak kapı haline dönüştürüldüğü bilinmektedir. Sarayın harem kısmındaki bir oda ise 1829 yılında Washington Irving’in ikametine tahsis edilmiş ve Amerikalı yazar bu odada Elhamra ile ilgili anılarını kaleme almıştır. Granada’nın 1492 yılında düşüşünden sonra V. Carlos sarayının yapımı için Elhamra’nın bir kısmının yıkıldığı bilinmektedir. Bu yıkılan bölümlerin neler olduğu, bu yıkımla sarayın neler kaybettiği ise hiçbir zaman öğrenilememiştir.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Elhamra’nın ayakta kalmak için zamana karşı başarıyla direndiği söylenebilir. 19. yy sonunda başlayan restorasyon çalışmaları 20. yy.da, özellikle yabancı ziyaretçilerin artışı sonucu hız kazanmış, eksik yönleri olsa da, sarayın yavaş yavaş eski ihtişamına kavuşmasına sebep olmuştur. İspanyol makamlarının restorasyonda süslemelerin aslına ve obje fonksiyonlarına mümkün olduğunca sadık kalmaya dikkat ettiklerini de özellikle belirtmek gerekir.[2/3]

El-Hamra Sarayı’nın Yazıları Tefsir Ediliyor

İspanya’nın güneyinde 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin kurulmasıyla başlayan Arap-İslam hâkimiyeti, Avrupa’ya bilim ve kültür anlamında damgasını vurmayı başardı.

Endülüs Emevi Devleti’nin 1031 yılında parçalanmasından sonra kurulan Nasiriler, İspanya’da 1230 yılından 1492’ye kadar varlıklarını sürdürdüler. Bu iki asrı aşkın varlıkları esnasında bıraktıkları en önemli yapıt olan El-Hamra Sarayı ise, yüzyıllardır maruz kaldığı yağmalama ve tahriplere karşın hala tüm haşmetiyle ayakta durmaya ve turistleri akın akın kendisine çekmeye devam ediyor. Son senelerde restore çalışmalarının sürekli bir şekilde devam ettiği sarayda ilk defa duvarları, sütunları, kavisli kemerleri ve taçları kaplayan yazılar tefsir ve tasnif edilmeye çalışılıyor. En yeni teknikler kullanılarak yapılan bu çalışmaların 2011 yılında tamamlanması planlanıyor. Daha sonra Fransızca ve İngilizce’ye de tercüme edilecek yazılar arasında dikkat çeken ise Kurân âyetleri ve şiir mısralarının beklenenin aksine; çok fazla yer almıyor olması.

İspanya’nın güneyindeki Granata’da yer alan meşhur El-Hamra Sarayı’nın duvarlarını, tavanlarını ve kavisli kemerlerini süsleyen Arapça süslü hatlar ilk defa inceleme, tefsir edilme ve sistematik sınıflandırma işlemine tabi tutulacak. İspanyol bilim adamlarından oluşan bir grup, işin üçte biri olan; taşlara kazınmış 10.000 metni, dijital fotoğraf makineleri ve üç boyutlu tarama aletleri gibi en yeni tekniklerden faydalanarak çıkarma işlemini başarıyla tamamladılar.[4]

Kur’an Ayetleri ve şiirler umulandan çok daha az

İşleri yürüten Araştırmacı Juan Castilla, çalışma esnasında karşılaştıkları sürprizlerden bir tanesinin saray duvarlarında umulandan daha az Kur?an ayetleri ve şiir mısralarının bulunduğunu keşfetmeleri olduğunu söylüyor. Arap Dünyası ile ilgili hususlarda uzman olan Castilla, daha önceden El-Hamra Sarayı?nın Kur?an ayetleri ve şiirlerle süslü olduğu yönünde yayılmış yanlış bir bilginin olduğunu açıklıyor.

İspanya’da -Araplar’ın varlığının sona ermesinden 2 yüzyıl kadar önce- Beni Ahmer (Nasiriler) Devleti’ni kuran 1. Muhammed tarafından temeli atılan El-Hamra Sarayı’nda, şu ana kadar sınıflandırılması tamamlanan yazılar arasında Kuran ayetleri ve şiirler ancak yüzde 10 gibi bir oranı oluşturuyor.

Her şeye rağmen, duvarlarda yüzlerce kere şu söz tekrarlanıyor: “Allah’tan başka galip yoktur”. Grubu, Castilla’nın açıklamalarına göre El-Hamra Sarayı’nın en geniş salonu sayılan Kamariş ya da Sufera (elçiler) salonundaki 3116 yazıtın sınıflandırmasını yaptı.

Granata’nın düşmesinin ardından da okunmaya çalışılmıştı

Hükümdar, sarayın en önemli ve eski binalarından olan bu kısımda büyükelçileri karşılar ve burada otururdu. Bu binanın salonlarında çok kere tekrarlanan ise şu ibare idi: “Sonsuz nimet”

Castilla sarayın sütunlarındaki, kavisli kemerlerinde ve taçlarında yazılı binlerce cümlenin ince bir şekilde sınıflandırılmamış olmasını garipseyerek oysa bu sınıflandırmanın sarayın dekore edilmesindeki hakim ve baskın unsur olduğuna dikkat çekiyor. İspanya’da her sene turistlerin ilk hedefi olan bu sarayı ziyaret edenler, “Bu sözlerin anlamı nedir?” sorusunu soruyorlar.

Castilla, İspanya’da Arapları kovan ve 1492 yılında Granata’nın da düşmesiyle Arap Endülüs hakimiyetine son veren kralların tercümanlardan bir grup oluşturarak bu yazıların şifrelerini çözmek istediğini ancak çalışmalarının boşa gittiğini söylüyor. Castilla’nın grubu bu senenin ortasında Sbyaa salonunun yazıtlarının sınıflandırmasını bitirecek. Böylelikle projenin e’i tamamlanmış olacak.[4]

Yazılar Fransızca ve İngilizce’ye de tercüme edilecek

İspanyol Bilimsel Araştırmalar Yüksek Konseyi ve Endülüs Bölgesi ile koordinasyon içinde yürütülen bu çalışma, 2011 yılında bitecek. Ardından yazıtlar Fransızca ve İngilizce’ye tercüme edilecek. El-Hamra Sarayı, Eğitim Kültür ve Bilim Örgütü Birleşmiş Milletler’in uluslararası miras listesine eklenmiş bulunmaktadır. Ziyaretçilere giriş bileti satan şirket 2008 yılınsa sarayı 3 milyon turistin ziyaret ettiğini belirtiyor.

El-Hamra Sarayı, geçen yüzyıllar boyunca yağmalanıp harap edilmeye çalışılmışsa da bundan fazla etkilenmemiştir. Sarayda uzun senelerdir geniş çaplı restore çalışmaları sürdürülmektedir. Tarihçiler, Granata’nın en son Arap hükümdarı Ebu Abdullah Muhammed bin Ali, İspanyollar 1492’de şehre girdikten sonra ailesiyle beraber sarayı terk ederken annesi kendisine şu tarihi sözleri söylemiştir: “Erkek gibi koruyamadığın mülk için kadın gibi ağlama”.

Bilindiği üzere İspanya’da 1031’de Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılmasının ardından İspanya’da küçük devletçikler kurulmuştur. bu devletçikler de teker teker Haçlılar tarafından ele geçirilmişse de güneyde merkezi Granata olan Beni Ahmer Devleti, 2 yüzyılı aşkın bir süre dayanmayı başarmıştır. Bu dönemde de Endülüs Emevi Devleti gibi Müslümanlar, yüksek kültür, sanat ve bilimin merkezi olmaya devam etmiştir. 1492 yılında kuzeydeki Hıristiyan krallıkların güçlenip, birleşerek Müslümanlara saldırmasıyla İspanya’da yaklaşık 8 asır süren İslam hakimiyeti de böylece sona ermiştir.[4]

Kaynaklar

[1] Harikalar Ansiklopedisi, “Elhamra Sarayı” maddesi, Tercüman Gençlik Yayınları, s.345-349.
[3] frm.ekshi.net/elhamra.sarayi.8670.html
[4] http://www.timeturk.com/el-hamra-sar…78-haberi.html

MAĞRİB VE ENDÜLÜS

Mağrib ve Endülüs’te kurulan bîmâristanların hemen hiçbiri eski haliyle bugüne kadar ulaşmamıştır. Tunus’ta bulunan en eski bîmâristan, Ağlebî Emîri I. Ziyâdetullah (817-838) tarafından Kayrevan şehrinin Dimne mahallesindeki büyük caminin yakınında tesis edilmişti. Bu bîmâristan hasta koğuşları, ziyaretçilerin bekleme odaları ve bir küçük mescidle dinî derslerin verildiği bir dershaneden meydana geliyor ve burada tayin edilmiş hekimlerle Sudanlı hasta bakıcı kadınlar hastaların tedavileriyle meşgul oluyorlardı.

Zerkeşî’ye göre Tunus’ta hasta ve sakat müslümanlar için ilk hastahaneyi Hafsî sülâlesinden Ebû Fâris yaptırmış ve binanın inşaatı 1420’de tamamlanmıştı. Fas’taki ilk büyük bîmâristan hakkında mevcut yegâne bilgi, Merakeş’te Muvahhidler Sultanı Ya‘kub el-Mansûr (1184-1199) tarafından kurulmuş olduğudur. Hastahanelerin yapımına büyük önem veren bu sultan sarayına İbn Tufeyl, İbn Rüşd, İbn Zühr el-Hafîd ve oğlu Abdullah b. Hafîd gibi devrinin en ünlü hekimlerini çağırdıktan sonra müslümanlar için büyük bir hastahane inşa ettirdi; bu hastahane Abdülvâhid el-Merrâküşî’nin de tarif ettiği gibi muhteşem bir bina idi. Aynı hükümdarın ülkesinin çeşitli yerlerinde akıl hastaları, cüzzamlılar ve körler için de hastahaneler yaptırdığı bilinmektedir.

Büyük Merînî sultanları Ebû Yûsuf Ya‘kub, Ebü’l-Hasan el-Merînî ve Ebû İnân el-Merînî bu tesisleri korumuşlar ve kendileri de ayrıca çeşitli hastahaneler inşa ettirmişlerdir. 1349-1358 yılları arasında hükümdarlık yapan Ebû İnân’ın çağdaşı İbn Battûta (ö. 1383), bu sultanın ülkesinin hemen her şehrinde bir hastahane yaptırdığını, buralarda çalışan hekimlerin ve kullanılan ilâçların masraflarını karşılamak üzere de çok sayıda vakıf kurduğunu belirtmektedir (er-Rihle, s. 43, 663). Daha sonra başa geçen hükümdarlar bu vakıfların gelirlerini kendileri almışlar, böylece hastahaneler gerileyerek ortadan kalkmışlardır. Merakeş’teki meşhur Muvahhid Hastahanesi hiçbir iz bırakmadan yok olmuş, aynı yerde Sa‘dî Sultanı Abdullah el-Gâlib Billâh’ın (1557-1574) kurduğu hastahane ise faaliyeti durduktan sonra kadınlar hapishanesi olarak kullanılmıştır. Leo Africanus, XVI. yüzyılın başında Fas şehrindeki bir hastahaneyi tamamen harap halde gördüğünü, burasının mahkûmlarla tehlikeli akıl hastaları için tecrit yeri olarak kullanıldığını belirtmektedir.

Alhambra_wall_detail-emevi-endulus--
Alevî Sultanı Mevlâ Abdurrahman 1247’de (1831-32) Selâ’da Seydî b. Âşir Türbesi’ne bitişik bir hastahane yaptırmıştı; fakat yakın zamana kadar faaliyette olan bu hastahanede hastalar iyileşme umudunu hekimlerden değil türbede yatan ermişten bekliyorlardı. Fas’ta cüzzamlılar genellikle şehrin dış mahallerinde hâre denilen semtlere yerleştirilirlerdi. Önceleri Fas-Tilimsân (Tlemsen) yolu üstündeki Bâbülhavha civarında toplanan bu hastalar, XIII. yüzyılın ilk yarısında Bâbüşşerîa’nın dışındaki mağaralara götürülmüşlerdir. Müslümanların hâkimiyeti altındaki İspanya’da ise cüzzamlıları tecrit için şehirlerin dışında özel hastahaneler (leprosarium) tesis edilmişti. Meselâ Kurtuba (Cordoba) yakınlarında Vâdilkebîr’in (Guadalquivir) sol kenarındaki Münyetü Aceb Sarayı’nın yakınında böyle bir tesisin kurulduğu bilinmektedir.

Makkarî’nin belirttiğine göre İslâmî devirde Kurtuba’da 50 bîmâristan faal durumda idi. Fakat İspanya’daki bu İslâm hastahaneleri hiçbir iz bırakmadan yok olmuşlardır. Yalnız Nasrî Sultanı V. Muhammed’in 1375 yılında Gırnata’da inşa ettirdiği bir bîmâristan İspanyollar tarafından darphâne olarak kullanılmaya devam etmiştir. Bu bina da 1844’te ortadan kaldırılmış, ancak Fransız mimarı Gailhabaud rölövelerini yapmıştır. Bu yaptığı rölöveden, bîmâristanın bir iç avlu etrafında sütunlu galerilerle çevrili iki katlı bir yapı olduğu ve kendisinden 100 yıl önce 1274’te Tokat’ta Muînüddin Süleyman Pervâne tarafından yaptırılan ve halen Gökmedrese adıyla ayakta duran Selçuklu hastahanesine (bugün müze) çok benzediği anlaşılmaktadır. Her ne kadar bugün Granada Müzesi’nde bulunan kitâbesinde buranın her türlü hastalığın tedavi edildiği, o güne kadar eşi görülmemiş güzellikte bir hastahane olduğu söyleniyorsa da bu ifade biraz mübalağalı gibidir; çünkü yalnız Endülüs genelinde değil Gırnata’da dahi buna benzer pek çok binanın varlığı bilinen bir husustur. İslâm sanatları tarihçisi E. Kühnel’in eski kaynaklara dayanarak yaptığı Nâsırîler dönemi Gırnata planında, şehrin surlarındaki kapılardan büyük camiye yakın olan batıdakine “Bâbülmâristan” denildiği görülmekte ve bu husus Elhamra Sarayı’nın yakınında yer alan V. Muhammed’in yaptırdığı bu bîmâristandan başka o civarda da bir bîmâristanın bulunduğunu göstermektedir.

Endülüs’te İslâmî devir sona erdikten sonra da müslüman mimarlar İspanyol prens ve prensesleri hatta papazları için sarayların yanı sıra hastahaneler de yapmışlardır. Meselâ Madrid’de Hospital de Latina, İspanyolca vakfiyesinde belirtildiğine göre müslüman mimar Hasan tarafından inşa edilmiştir. Bu hastahanenin cümle kapısı bugün hâlâ ayakta olup o zamanki İslâm ve Avrupa mimarisinin bir sentezidir.