Ünlü bir göz doktorunun oğlu olan Oscar Fingal O’Flahertie  Wilde 16 Ekim 1854 yılında Dublin’de doğdu, 1900 yılının soğuk bir Kasım öğleden sonrası Paris’te, d’Alsace Oteli’nin mütevazı bir odasında öldü. Bir gün erkek kardeşine şu sözleri söyledi: “Ben Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde’ım. Yükselmek için balast bırakan pilotlar gibi sonunda Oscar Wilde oldum. Gelecek kuşaklar için ya Wilde ya da Oscar olacağım. ” Wilde Trinity Oxford’da öğrenim gördü. Seçkin bir helenistti; bir yüzyıl önce, 1Wills877 yılında Yunanistan’a seyahat etti. Wilde, derin görünmek isteyen diğer yazarlardan farklı olarak, Heine gibi, derin olduğu halde uçarı görünmeye çalışırdı.

Bu uçarılık hali günümüzde şöhretini olumsuz yönde etkilemekte. İngiltere’de sembolizme ve o dönemdeki diğer dekoratif ekollere karşılık gelen dekadan hareketi yönlendirdi, ama bunu çağdaşlarından farklı olarak ciddiye almadan yaptı. 1890 yılında Dorian Gray’in Portresi’ni yayımladı. Belki de bu öyküyü Stevenson’ın en ünlü buluşundan etkilenerek yazmıştır ama Kötülüğü tamamen farklı bir biçimde işler. Bu öyküyü yazmadan önce Amerika Birleşik Devletleri’ne seyahat etmişti. Gümrükte beyan edeceği bir şeyi olup olmadığını sorduklarında şu yanıtı vermişti: “Deham dışında hiçbir şey.” Birleşik Devletleri konferanslar vererek dolaştı, NewYork ‘ta estetik anlayışını açıkladığı İncil’i ilan etti ve ona göre Teksas’ta bir yerde gördüğü afışte şu uyarı yazılıydı: “Piyaniste ateş etmeyin, o elinden geleni yapıyor.” Mormonların merkezi Salt-Lake-City’de bir konferans verdi; daha sonra yaptığı bir yorumda konferans salonunun on dört aileyi alabilecek kadar geniş olduğunu söyledi.

Küçük bir plan çizerek her bir mormonun sol tarafına on eşini, sağ tarafına da çocuklarını nasıl oturttuğunu gösterdi. Londra ‘ya döndüğünde Amerika ‘nın keefınin acıklı bir hata olduğunu, Kolomb ‘un bu kıtayı keşfetmemesi gerektiğini söyledi. Niagara Şelalesi ile ilgili şunları söyledi: “Tüm yeni evli Amerikalı çiftleri oraya götürüyorlar; bu harika gösterinin seyri evli çiftler için evlilik yaşamının kendisi kadar acımasız olan ilk düş kırıklığını oluşturuyor.”

Wilde’a yüz bin sözcükten oluşan bir roman yazması için yüklü bir miktar önerdiler, Wilde ise yüz bin sözcük bilmediği söyledi. 1895 yılında Queensberry Marki’ sini hakaret ve iftiradan dava etmesinden çok söz edildi ve bu dava iki yıl zorunlu çalışmaya mahkum edilmesine neden oldu. Söylentilere göre hapishaneden çıktığında sürgünden dönen bir krala benziyordu ama bir kitapçıya girdiğinde arkasından, “Bu Oscar Wilde”, dediklerini işitti. Aynı gün öğleden sonra gemiyle Fransa’ya hareket etti ve bir daha Londra ‘nın günışığını görmedi.

1900 yılında, unutulmuş ve yoksul, Paris’te bir otel odasında öldü. Beş yüz yıllık Saint-GermainKilisesi’nde ölüm duası okundu. Kaldığı otelin sahibi cenaze kortejine üzerinde şu sözlerin yazılı olduğu bir çelenkle katıldı:”A mon locateur. Aslına bakılırsa dava ve hapishane Wilde için bir intihar oldu. Wilde, Andre Gide’e şunları söyledi: “Ben bahçenin karanlık tarafını tanımak istedim.”

Kendinden emin, çok şık giyinen ve atletik yapılı bir adamdı. Oxford’ da öğrenim görürken üç öğrenci doğu porselenleri koleksiyonunu kırmak için odasını bastılar; Wilde onları yumruklayarak kovdu. Alfonso Reyes’in İspanyolcaya La importancia del ser severo adı altında başarıyla çevirdiği Ciddi Olmanın Önemi Üzerine adlı eseri gibi  Lord Arthur Savile’in Suçu da İyi ve Kötü’nün ötesinde bir yapıt. Bir cinayetin öyküsünü anlatır; ama cinayet, uçarılığından dolayı Binbir Gece Masalları’nda kasten yaratılan fantastik ortamdan daha az gerçek olmayan bir dünyada işlenir. Bu benzerliği vurgulamak için Stevenson ve Chesterton’ınkilerle kıyaslanabilecek düşsel bir Londra’da geçen öyküye İslam dinine özgü kader anlayışının hakim olduğunu eklemek gerek. Dünyevi komedyalarında olduğu gibi bu öyküde de Wilde karşımıza aptal kahramanlar çıkarır, ancak bu kahramanların aptallığı iğneleyicidir, çünkü bunlar aslında yazarın gülümseyen maskeleridir.

O müthiş hanımefendiyi anımsayalım. Avustralya haritasını gösterdiklerinde şu yorumu yapar: “Ne garip bir biçim!” Daha sonra anlamış gibi yaparak “Çok genç bir ülke söz konusu” sözlerini ekler. Canterville Hortlağı’nın konusu gotik roman türüne özgüdür ama neyse ki okur için konunun işlenişi öyle değildir. Bu eğlenceli öyküde Amerikalılar Hort Zağı ciddiye almazlar, okuyucular ve Wilde da Amerikalıları ciddiye almaz.

Mutlu Prens, Bülbül ve Gül, Bencil Dev, Grimm’in içtenliğiyle değil de Hans Christian Andersen ‘i anımsatan bir duygusallıkla tasarlanan ama Wilde’a özgü melankolik alaycılığın hakim olduğu peri masallarıdır. Wilde’ın ölümünün üzerinden neredeyse seksen* yıl geçti. Yaşadığı dönem bizden o kadar uzak ki artık bir müzeye ait denebilir. Hüzünlü bir yazgısı ve neşeli bir ruhu olan bu büyük İrlandalı bizim çağdaşımız ve gelecek kuşakların da çağdaşı olacak. Derin ve yenilmez mutluluğu, onu belleklerimizde Danimarka prensi gibi trajik bir züppe olarak yaşamaktan kurtarıyor.

Jorge Luis Borges

 

YAŞAMAK YÜREK İSTER

Yaşamak yürek ister; belki de bu yüzden dünyaya gelenlerin çok azı yaşar. Çoğunluğu yalnızca yaşadığı günü kurtarır, var olmakla yetinir ve kendi varlığı altında ezildikçe ezilir. Değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu gibi kabul etmek ve bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci oluşturmak da yürek ister; değiştirebileceğini değiştirmeye çalışmak da. Sanıldığı gibi insanı korkutan; dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değildir. İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker. Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden, hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar. Korku yüzünden yaşanamamış bir yaşamı ellerinde taşımaktan yorularak, kendisine uydurduğu bin bir türlü mazeretle yaşama arkasını dönmeye, gizlenmeye uğraşıp, gizliden gizliye yok olmaya çabalar. Korku kendine acımayı getirir; kendini zavallılaştırmaya baslar yaşamdan korktukça. Yaşamla yüz yüze gelmektense ağır ağır erimeyi tercih eder. Korktukça azalır gücü; korkuyla yaralanan bedeni artık en küçük bir dokunuşta acıyla inler. Her acıda korkusu biraz daha artar ve girdap gibi çeker içine güçsüzlük onu. Kendi korkusuna kalkıp kader der sonra, korkuyu değiştirilmez bir gerçek, alnına yazılmış bir yazgı olarak görür. Yeni bir aşkın düşüncesi bile titretir onu. Kalabalıktan korktuğu kadar yalnızlıktan da korkar. Hayatın hiçbir haline dayanamaz durumlara gelir. Sırtında yaşayamadığı hayatı, önünde yaşanacak günleriyle, kendi geçmişiyle geleceği arasında sıkışır kalır artık.

Kendi duygularıyla kuşatılır; döndüğü her yanda bir düşman gibi kendi duyguları çıkar karşısına. Şu yana dönse orada bir mutluluk vardır ama o mutluluğu değil mutluluğun arkasında gölgesi sezilen acıyı görür. Bu yana döndüğünde bir isyanın şevki vardır ama o isyanın çekiciliğini değil o isyan için ödenecek bedelin ağırlığının fark eder. Beri yanında bir aşk bekler onu ama o aşkın arkasından gelebilecek terk edilme ihtimaline diker gözlerini. Her kıpırtıyla örselenebileceğinden çekindiği için kıpırdayamaz bile yerinden; yaşama yaklaşabilmek için bir tek adım bile atmaya yetmez cesareti. Ona sevinci gösterseniz; “ya sonra” diye sorar! Aşkı gösterseniz, gene ayni sorudur onun aklini kurcalayan; “ya sonra”! Öfke, coşku, dostluk, sevişme, başkaldırı, direnme hep aynı soruyu sürükler peşinden; “ya sonra”. Bilinmeyen bir “ya sonra” için bilinenlerin hepsini ıskalamayı kabullenir. Ama ne garip, duygularından, yaşanacakların sonrasından korkanlar, acıdan sakınanlar çeker en büyük acıyı. Yaşanmamış bütün duyguları zehirli sarmaşıklar gibi boy atıp ruhlarına dolanır. “Sonrası umurumda bile değil” deyip yaşamla kucak kucağa gelenlerden çok daha fazla yarayı yaşayamadıkları için alırlar. Yakınıp dururlar; çektikleri acılardan söz ederler. Acıyı da çekerler gerçekten ama acıdan korktukları için bunca acıyı çektiklerini görmezler bir türlü. Yaşamanın cesaret istediğini fark edemezler. Onun için çok az insan yaşar; çoğunluk yalnızca gününü kurtarır. Yaşanmamış günlerin altında inleyen çaresiz bir köle gibi yitik bir hayatı taşır güçsüz omuzlarında.

Kendi gerçeklerimiz, kendi duygularımızdır bizi böylesine ürküten; çatal diliyle tıslayan bir yılan görmüş tavşan gibi kendi kendimizi hareketsiz bırakan. Ve ne kadar çok korkarsanız, korkunuz o kadar artar. Ne kadar yaşarsanız, cesaretiniz o ölçüde bilenir. Yaşayamıyorsanız eğer, bu başkalarından dolayı değildir. Sizi güçsüzleştiren, sizi çaresizleştiren, sizi isyanlardan alıkoyan, değiştiremeyeceklerinizi kabul etmenize engel olan, değiştirebileceklerinizin üstüne gitmenize izin vermeyen, sizi yaşatmayan, sizin kendi korkularınızdır.

YAŞAMAK YÜREK iSTER ÇÜNKÜ.