İŞGAL İSTANBUL’U / ERNEST HEMİNGWAY

Ernest HEMINGWAY’de, haberi söke söke çıkartan bir ‘harp muhabirinin bütün meziyetleri vardı. İlk gençlik yıllarındaki yaşantısına ve sınırlı bir öğrenim yapmış olmasına rağmen, politik ve ekonomik sorunları hayret verici bir şekilde kavrardı. Ayrıca izlediği olayın en can alıcı noktasını kavrama bakımından da özel bir üstünlüğe sahipti.

O yıllarda Benito Mussolini’nin sahte bir milliyetçi olduğunu, Avrupa’nın doğudaki egemenliğinin sonunun hızla yaklaştığını anlayan ender kişilerden biriydi. Almanları hiç sevmediği halde Müttefiklerin Almanlara karsı davranışını yeni bir savaşa yol açabileceğini söylemekten de korkmuyordu.

Hemingway’in elbette bütün gözlemleri doğru çıkmamıştır. Sözgelişi Mustafa Kemal’i ‘fırsatçı’ biri sanarak gereken önemi vermemiş, Türkiye’de cumhuriyeti kuran kişiyi tepeden tırnağa yanlış yargılamıştır. Karşısına çıkan melodrama zaafı yüzünden, Afganların önemini de olduğundan fazla büyütmüş, Rusya’nın Orta Doğu’daki etkileri hakkındaki görüşleri de karmakarışıktır. Bu yanılmaları, o günlerin karışık olayları içinde genellikle tam ve aydınlık yorumlar yapmasına karşılık birer ‘istisna’ sayılabilir.

Ayrıca genç gazetecinin olayları tarih içinden değerlendirmesi de birçok meslektaşı tarafından kıskanılmasına sebep olmuştur. Bu yolda devam etseydi, Ernest Hemingway, hiç şüphesiz, çağının en büyük gazetecilerinden biri olurdu. Oysa Ernest Hemingway için gazetecilik mesleği, sona doğru bir gidişti. Sonradan da söylediği gibi, asıl amacı, «para getiren kalın ciltli kitaplar yazmaktı».

Ama 1924’ün ilk aylarında hâlâ gazetecilikten vazgeçmiş değildi. Gertrude Stein ve daha başkaları artık bu işi bırakıp zamanını ciddi yazılar yazmaya hasretmesini salık verdikleri halde, genç Hemingway henüz kısa hikayelerinden hiçbirini satamadığı için kararsızdı; üstelik, eşi de hamileydi. Varacağı karar ne olursa olsun, Hemingvvay’in işinden memnuniyetsizliğinin arttığına şüphe yoktu. Bir arkadaşına söylediği gibi, «Telgraf yazmaktan sarhoş oluyordu.. *

Hemingway ve eseri hakkında yazılanlara geçmeden önce eserin önemi hakkında bazı ayrıntılara değinmek faydalı olacaktır. İşgal döneminin İstanbul’unu olabildiğince objektif olarak gözlemlemiştir Hemingway’in elbette siyasi öngörüleri subjektif yorumlara dayalı ve taraflıdır. Fakat dönemin İstanbul’unun sosyolojik durumunu, demografik yapısını gayet muhtasar şekilde göz önüne serer. Aşağıda Hemingway’in İşgal İstanbul’u eserinden bazı bölümleri okuyacaksınız.

 

 ( 30 eylül 1922, The Toronto Daily Star)

SABAH uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz. Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz.

Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğu’yla, günlük yasantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak göz kapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek sokmalarına dayanıklı olması şartiyle, tabii.

İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Tahminlere göre, bir buçuk milyon insan yaşıyormuş. Parçalanan Çar ordusunun her türlü üniformasını giymiş 40.000 Rus mültecisiyle sivil olarak şehre sızan ve barış konferansı ne sonuç verirse versin, şehrin Mustafa Kemalcilere geçmesini sağlamakla görevli bir o kadar da Milliyetçi bu sayıya dahil değil. Bunlar, son tahminlerden sonra şehre sızanlar.

Yağmur yağmadığı zaman İstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera (Beyoğlu)’ya paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından havaya sanki bir toz bulutu yükseliyor. İnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgâr esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor. Yağmur yağınca da, her taraf çamur içinde. Kaldırımlar öylesine dar ki, herkes sokakta yürüyor; sokaklar da dereden farksız. Geliş-gidiş kuralı diye birşey yok. Motorlu araçlar, atlı arabalar, tramvaylar, sırtlarında ağır yükleri tasıyan hamallar hep birlikte gidip geliyorlar. Sadece iki ana cadde var. Geri kalanların hepsi ara sokak. Ana caddeler de ara sokaklardan daha ahım şahım değil.

Hindi, Türklerin millî yemeği. Bu iri kümes hayvanları güneşli Yakındoğu tepelerinde yoğun bir yasantı sürdürüyorlar ve hepsi de birer katır kadar inatçı. Büyük baş hayvanların eti kötü, çünkü Türkler sığır beslemiyor. Sığırların en işe yarıyanları Mustafa Kemal’in ordularına silâh ve cephane taşıyan kağnıları çeken iri, ay boynuzlu öküzler. Türk etlerini çiğnemekten çene kaslarım bir buldog köpeğinin kasları kadar sağlamlaştı. Balıkları iyi, fakat balık genellikle içki mezesi. Üç defa üst üste balık yiyen biri, yüzerek bile olsa İstanbul’u derhal terk etmek ister.

İstanbul’da tam 168 resmî izin günü var. Cumaları Müslümanların, cumartesileri Yahudilerin, pazarları da Hristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslümanların ve Rumların hafta içlerinde dinî bayramları var. Yahudilerin dinî bayramları da cabası. Bu yüzden İstanbul’da her delikanlının en büyük emeli, bir punduna getirip banka memuru olmak. Geleneklere uymakta, ayak uydurmakta direnmeyen kişi, İstanbul’da gece saat dokuz oldu mu, yemeğini yiyor. Tiyatrolar saat onda açılıyor. Gece kulüpleri ikide; tabiî gözde olan kulüpler. Adı kötüye çıkmış gece kulüpleri ise, ancak sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlar. Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yaktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, İstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış. Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast’un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar düşük bir yer. Her milletin ve bütün Müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor.

Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyor, bir yandan da insanın midesini yakıp kavuran rakılarını yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek imkânsız gibi bir şey. Güneş doğmadan kara ve yumuşak topraklı İstanbul sokaklarında yürüyecek olursanız, fareler önünüzden kaçışır; sıska sokak köpekleri çöp tenekelerini karıştırır. Bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içeriden patlayan sarhoş kahkahaları duyarsınız. Sarhoşun kahkahası, müezzinin güzel, dokunaklı, içli çağrısına tam bir çelişkidir. Ve İstanbul’un kara yüzlü, çarpık, pis pis kokan sokaklarında sabahın ilk saatlerinde göreceğiniz şeyler, sihirli Doğu’nun tam anlamıyla gerçek yüzüdür.

……………………………

Saat bire doğru İstanbul’da yakalandığım sıtma nöbetiyle titreyerek uyandım. Yüzümün çevresinde uçuşan sivrisinekleri öldürdüm. Nöbetin geçmesini bekledikten sonra, bolca aspirin ve kinin alıp tekrar yattım. Sabaha karşı aynı şeyi bir daha tekrarladım. Sonra beni Shorty uyandırdı. «Hey delikanlı, şu film kutusunun haline bak!» Baktım. Üstünde tahtakuruları kaynaşıyordu. «Bunlar çok aç olmalı. Filmlerime bile göz dikmişler. Vah zavallıcıklar, amma da aç kalmışlar, ha!» Kusetler de tahtakurularıyle vıcır vıcır kaynıyordu. Savaşta başıma çok şey gelmişti, ama Trakya gibisi yoktu.
Nereye baksanız, yürüyen bir tahtakurusu dizisi görülüyordu. «İnsana bir şey yapmaz bunlar,» dedi Shorty. «Mini mini böcekler, işte.»  «Bunlar bir şey değil. Sen Lüleburgaz’dakileri görecektin. Her biri dev gibiydiler.» İri yarı bir Hırvat kadını olan Madam Mari bize kahve ve kara ekmek verdi.
Lâf olsun diye; «Odanız bir kepazelikti Madam,» dedim. Ellerini iki yana açtı. «Sokakta yatmak daha mı iyi, yani?» diye sordu. «Ha, Mösyö? Sokakta yatmaktan daha iyi değil mi, yani?» «Haklısın,» dedik ve bizi uğurlamaya çıkan Madamla vedalaşıp ayrıldık.

Dışarda yağmur hâlâ çiseliyordu. Üzerinde bulunduğumuz çamur denizinin sonundaki taş yolda insan sürüleri dursuz duraksız yürümeye devam ediyorlardı. Yol Edirne’den çıkıp Meriç vadisi boyunca ilerliyor, Karaağaç’ta başka kollara bölünüyor ve Batı Trakya’ya, oradan da Makedonya’ya kadar uzanıyordu. Shorty ile arkadaşı İstanbul’a, sonra da Rodos’a döneceklerinden Edirne’yi kesip içinden geçen göçmenlerin yanı sıra, beni taş yola kadar otomobilleriyle bıraktılar. Kağnı arabaları, develer, yolda batıya doğru ağır ağır ilerlerken boş arabalarına binmiş, lime lime elbiseleri yağmurdan sırılsıklam, kırmızı fesleri kirden kararmış Türkler de, akıntıya karşı yönden ilerlemeye çalışıyorlardı. Her Türkün sürdüğü arabanın içinde, tüfeğini
bacaklarının arasına kıstırıp oturmuş bir Yunan askeri vardı. Yağmurdan sakınmak için de, kaputlarının yakalarını enselerine kadar kaldırmışlardı. Arabalar Yunanlılar tarafından toplanmıştı ve Trakya içlerine, göçmenleri ve mallarım almaya yardımcı olmak için gönderiliyordu. Sürücü Türkler bitkin ve korkulu görünüyorlardı. Hakları da vardı.

Taş yolun tam Edirne içine girdiği yerde geliş -gidişi atının üzerinde oturan bir Yunan süvarisi yönetiyordu. Sürekli olarak sola yol vermekteydi. Türklerin sürdüğü arabalardan birine sağa sapmasını işaret etti. Türk arabacı öküzlerini sağa yöneltince, araba bir çukura düştü ve kendisiyle beraber gelen, başı önüne düşmüş uyuklamakta olan Yunan askeri sıçrayarak uyandı. Sürücünün ana yoldan saptığını gördü, basladı adama tüfeğinin dipçiğiyle vurmaya. Türk sürücü yorgun, çökmüş ve aç aç bakan bir köylüydü. Yüzükoyun arabadan aşağı yuvarlandı. Sonra dehşet içinde kalkıp tavşan gibi yoldan aşağı kaçmaya başladı. Koştuğunu gören bir Yunan süvarisi, atını mahmuzlayıp yetişti, hayvanıyla çarparak adamcağızı tekrar yere devirdi. Sonra diğer iki Yunanlı ile birlikte kollarından tutup kaldırdılar.

Süvari, köylünün suratına birkaç tokat yapıştırdı. Adamın yüzü kan revan içindeydi; gözlerini iri iri açmış, her tokatta bağırıyor, arabasına dönüp yeniden öküzlerini sürmesini istediklerini anlatıyordu. Yolda yürüyen göçmenlerden hiçbiri bu olayla ilgilenmemişti bile. Beş mil kadar göçmen kafilesi ile birlikte yürüdüm. Düz öküz arabaları, yüksek demirli karyolalar, eşyalar, ayakları bağlı domuzlar, bebeklerini kucaklarına sıkıştırmış analar, arabaların arkasına yaslanıp zorlukla adım atmaya çalışan yaslı erkekler ve kadınlar görülüyordu. Gözleri ilerledikleri yoldaydı, başları öne eğikti.

Sonra tüfek ve cephane yüklü katırlar geçiyordu. Bir de, içinde uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı kesilmiş Yunan subayları bulunan külüstür bir Ford geçti. Yağmurdan sırılsıklam olmuş, uykusuz, soğuktan titreyen köylüler, ağır ilerlemelerine devam ediyorlardı. Evlerini barklarını artlarında bırakmış gidiyorlardı.

Meriç üzerindeki köprüyü de geçtikten sonra, sağa saptım. «The Star» a bir telgraf çekmek için ara sokaklardan Madam Mari’nin pansiyonuna döndüm. Bütün hatlar kesilmişti. En sonunda bir Müttefik Komisyonu ile birlikte İstanbul’a dönen bir İtalyan albayı buldum. Telgrafımı ertesi gün İstanbul’dan
göndereceğine dair söz verdi.

Sıtma nöbeti yine tutmuştu. Madam Mari kininle beraber içmem için bana çok tatlı Trakya şaraplarından bir şişe buldu. Sonra koca gövdesiyle masa başına oturup, çenesini kaşıyarak; «Ben Türklerin ne zaman geleceğine filân aldırmıyorum,» dedi.
«Niçin?»
«Hepsi aynı bunların. Yunanlılar da, Türkler de, Bulgarlar da. Hepsi birbirinin aynı.» Sunduğum bir bardak
şarabı kabul etti. «Bu gözler neler gördü, neler…»
«En iyileri hangisi?» diye sordum.
«Hiçbiri. Hepsi aynı. Yunanlı subaylar geldiler, burada kaldılar. Şimdi de Türk subayları gelip yatacak. Bir
başka gün bu defa Yunanlı subaylar tekrar geri gelir. Hepsi de paralarını ödüyorlar.» Bardağını yeniden doldurdum.
«Peki, ya dışarda, yolda yürüyen zavallı halk?» O yirmi millik dehşet yürüyüşünü bir türlü belleğimden çıkarıp atamıyordum. O gün de korkunç şeyler görmüştüm. Madam Mari, «Haydi canım, halkın kaderi hep böyle,» diyerek omuz silkti. «Toujours la mâme chose (1).
Bilmem bilir misiniz, Türklerin bir atasözü vardır. Hoş, Türklerin birçok yerine cuk oturmuş atasözü vardır ya; ( Suç yalnız baltada değil, ağaçta da vardır), derler. Bu da onun gibi işte.»

Gerçekten de tam yerindeydi bu atasözü. «Tahtakurusu için özür dilerim mösyö.» Madam Mari şarabın etkisiyle bana diş bilediğini unutmuştu. «Ama
başka ne bekliyordunuz burada? Burası Paris değil.» Koca vücuduyla doğrulup kalktı. «Allahaısmarladık mösyö. Evet, biliyorum, burası için yüz drahmi çok para, ama başka otel de yok. Sokakta yatmaktan da daha iyi, değil mi? Ha, ne dersiniz?»

(9 aralık 1922, The Toronto Daily Star)

BİSMARCK, «Balkanlarda gömleğinin eteklerini pantolonunun içine sokan herkes, dolandırıcıdır,» demişti. Elbette, köylü olanların hepsinin de gömlekleri dışarda. Ben Hamid Bey’i Fransız sermayesiyle kurulmuş Osmanlı Bankası’nın dolgun maaşlı bir yöneticisi olarak gördüğüm de gömleğinin etekleri pantolonunun içindeydi ve gri bir «iş adamı» elbisesi giymişti. Hamid Bey’in işyeri, bir tepe üzerindeki eski sarayın sırasında ve Kızılay evlerinin en yukarısında. Kendisi bu örgütün liderlerinden. Kızılay’ın hâki elbiseli adamları, Ankara hükumetinin emirlerini titizlikle uyguluyorlar.

«Mustafa Kemal İstanbul’a girince, şehirdeki Hristiyan halkın katliama uğramasından Kanada endişe ediyor,» dedim. İri yarı, kır bıyıklı, dik yakalı elbisesi içinde dimdik duran Hamid Bey, gözlüklerinin üzerinden bakarak Fransızca: «Hristiyan halk neden korkacakmış?» diye sordu. «Hepsi silâhlı. Türkler ise, silâhlarından arındı. Hayır, katliam olmayacak. Şimdi asıl Hristiyan Rumlar, Trakya’da Türkleri katlediyorlar. Bu yüzden Trakya’yı derhal işgal etmemiz gerekiyor. Halkımızı koruyabilmek için başka çaremiz yok.» Kırım’dan Kahire’ye kadar bütün pazusu kuvvetlilerin İstanbul’da toplanıp, Mustafa Kemal’in milliyetçi bir çılgınlık havası içinde şehre girişinden yararlanarak kundakçılığa, katliama ve talana başlamak için fırsat kolladıkları sırada, Hristiyan halkın tek korunma garantisi bu. Bir de Müttefik Polis gücü. Bu polis gücü etkili ve anlaşmış bir güç, ama İstanbul da bir buçuk milyonluk, umutlarını yitirmiş insanlarla dolu koskoca bir şehir.

Mustafa Kemal bir kere şehre girdikten sonra, Süveyş’in doğusunda bir yerde susayan kişinin susuzluğunu gidermesi mümkün değil. Anadolu hükümetinin bir üyesinin bana söylediğine göre, her türlü alkollü içkinin yasaklandığı Anadolu gibi, İstanbul da kurak bir şehir olacak. Mustafa Kemal kumarı da, oyunu da yasaklamış. Bursa’da kahveler saat sekiz dedi mi ışıklarını söndürüyor. Peygamberin yasalarının böyle sıkı sıkıya uygulanması, Mustafa Kemal’le yakınlarını içkilerini yudumlamaktan yine de alıkoymuyor. Tıpkı Amerikan tütününü korumak için İzmir’e giden Amerikalının, yanındaki sekiz şişe konyakla Batı Anadolu’daki Mustafa Kemalcilerin karargahında ansızın çok sevilen biri olduğunu görmesi gibi.
Mustafa Kemal’in bildirisi, İstanbul’a fıçılar içinde ve üzerine «ilâç» yazılmış ucuz Amerikan içkilerinin ithalini daha da hızlandıracak. Absente benzeyen bu içkiyi Türkler kahvelerde nargilelerini fokurdata fokurdata içiyorlar.

………………………………..