Nazım Hikmet, söz konusu hiciv olduğunda “Sen çıkmadın, çıkardılar karşıma seni..” dizeleriyle başlayan Peyami Safa için yazdığı o muhteşem şiirle anılır. Dili keskin ve kuvvetlidir. Yakup Kadri için yazdığı hiciv şiirleri de tıpkı diğerleri gibi oldukça prestijli ve ünlüdür. Nazım Hikmet hiciv şiirlerine başladığı vakit kelimeler hızlı ve acımasız şekilde “muhrik darbeler” indirir muhatap aldığı şahıs veya sisteme. Okuyucu münakaşada kimin haklı olduğunu bile bilmeden Nazım Hikmet’e yakınlaşır ve takdirini açıkça belli eder. İsmet Özel’in dediği gibi: “Benim elbet bir bildiğim var, hayat saçma sapandır. Saçmalı tüfeğiyle ateş açtı üzerime hayat.. bombardıman. güldürücü gaz.. şairsin, neyin var sen de fırlat..” Hiciv, şairler için elindeki bütün cephaneyi son lahzaya kadar kullanmak demektir. Sanatçı bütün maharetiyle tenkit ettiği sisteme veya şahsa saldırır. Hiciv sanatı parça bütünlüğü, ahenk kadar kelimelerin ince, vakur ve doğru kullanımıyla zirveye çıkar. Fakat ilginçtir ki bu meziyetini Peyami Safa, Yakup Kadri ve hatta Adnan Menderes için çok üstün bir dil ve üslupla kullanan Nazım Hikmet sıra Necip Fazıl’a gelince ketumlaşır, durgun sular gibi sakin kalır. Nazım Hikmet’e ilk ve son hitap başlığı altında Necip Fazıl’ın o muhteşem hiciv nesrini okuyacağız. Hikmet bu yazıya karşı hiçbir şekilde kayda değer bir mukabelede bulunmamıştır. Daha doğrusu edebiyat camiasında Necip Fazıl ile karşı karşıya gelmemek için kurnazca davranmıştır da diyebiliriz. Çünkü hiciv Hikmet için bir meziyet olsa da Kısakürek için tamamıyla bir sanattır. Nazım Hikmet’e ilk ve Son Hitap
Nâzım Hikmet! Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum. Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı: Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer? İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir? Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman… Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor. (11 Nisan 1936) – Hücum ve Polemik |