Asıl adı Ahmet Esat Tomruk olan İngiliz Kemal 1887’de İstanbul’da, Cerrahpaşa’da doğdu. Beş yaşındayken babası öldü, annesiyle birlikte dayısının himayesinde büyüdü. Ri­vayet doğruysa 7 yaşındayken Galatasaray Sultanisi’ne yazdı­rılan Esat Tomruk, 5 yıllık bir öğrencilikten sonra kaçak olarak bindiği bir İngiliz gemisiyle İngiltere’ye gitmiş, bindiği geminin kaptanı, onu manevi evlat edinmiş.

İngiliz Kemal olarak bilinen Ahmet Esat Tromruk, Milli Mücadele Döneminde özellikle İngilizlerden aldığı istihbaratları ordumuza ileterek büyük başarılar elde etmemizi sağlamıştır.Babalığı tarafından, Londra’da bir koleje verilen Esat, okul dışındaki saatlerde bir rejisörün yanında çalışmış. Dans ve akrobasi eğitimi alan ve daha sonraları güçlü bir boksör ola­rak yetişen Esat, İngiltere’de devrin ünlü boksörleriyle çeşitli müsabakalar yapmış ve spor çevrelerinde tanınmış.

Babalığının ölümüne kadar çevresinde “Körli” namıy­la tanınan Esat, boks maçları yapmak üzere gittiği Paris’te, Eşref Şefik ile tanışmış. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı sıralarda İstanbul’a dönen Esat Tomruk, yedek subay olarak Çanakkale’deki 5. Ordu Karargâhı’na gönderilmiş. O sıralarda henüz albay olan Mustafa Kemal’le de tanışmış. Yaralanarak hava değişimi raporuyla İstanbul’a geldikten sonra; İngiliz­ce, Fransızca ve Rumca bildiği için Enver Paşa tarafından ilk kez casuslukla görevlendirilmiş. Bu görev, İstanbul’dan geçen İngiliz denizaltılarını tespit ile birlikte bu konuda ingilizlere yardımcı olanların ortaya çıkarılmasıymış. Esat Tomruk, bu gö­revi dolayısıyla, o zamanların bütün ünlü sabıkalıları ile iliş­ki kurmuş, bunlardan hırsızlık ve yankesicilik dersleri almış (denizaltında çok işine yaramıştır herhalde). Daha sonraları ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın, “Kürtleri ve Arapları Türkler aleyhine başkaldırmak için faaliyette bulunmaya başlaması” üzerine Lawrence’ın peşine gönderilmiş. “Sarı Şeyh” diye anı­lan Lawrence gibi Arap kıyafetine bürünerek sahte Lawrence olarak Arabistan’da dolaşmış.

Milli Mücadele döneminde, bir Türk casusu olarak büyük hizmetler gördüğü belirtilen Esat Tomruk, o sıralarda bu ba­şarılarından dolayı Mustafa Kemal tarafından ‘alnından öpül­müş’. Cumhuriyet döneminde de çeşitli maceralar yaşayan Esat Tomruk ona yakın dil bildiği için (!), ömrünün sonuna ka­dar “turist rehberi” olarak çalışmış. “İstiklâl Madalyası” sahibi olmasına rağmen devletten makam mevki istemeyen ve gerçek bir vatansever olarak tanıtılan Tomruk, geçimini sağlamak için boksörlük, dansörlük, şoförlük ve (sıkı durun) yankesicilik, ku­marbazlık yapmış. Yayınevinin notuna göre, 1960 – 1980 yılları arasında pek çok kitap, çizgi roman ve filme konu olmuş; ama sonraları eşsiz bir vefasızlık örneği olarak unutulmuş. 1966 yılında ölen İngiliz Kemal lâkaplı Esat Tomruk’un kendisinin anlatıp yazdırdığı altı kitap var: İngiliz Kemal Milli Mücadele­de, İkinci Dünya Savaşı Maceraları, İngiliz Kemal Ortadoğu’da, Kıbrıslı Çetecilere Karşı, İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı ve bu yazının asıl konusu olan İsrail Maceraları.

 

İsrail’in Hizmetinde Bir Türk Casusu

 

Yıllardır Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, insan türüne ait en iğrenç zulüm ve katliamları gerçekleştiren, iki askerinin ka­çırılması bahanesiyle Lübnan’ı harabeye çeviren İsrail’in son saldırılarına verilen insani ve İslami tepkilerin yanı sıra, ya­şadığımız ülkede, İsrail’in gücü, şiddeti ve kararlığı karşısında hayranlık duyan, bundan âdeta büyülenen bir yaklaşımın da öne çıktığı dikkatlerden kaçmamıştır.

Kökeni yıllar öncesine dayanan bu kanaat ve hayranlık, “Adamlar iki askeri için neler yaptı!” şeklinde özetlenebilecek bir doruk noktasına ulaşmıştı. Bunda elbette PKK karşısında aynı ‘kararlılık’ın gösterilememiş olmasının yarattığı milliyetçi hıncın da payı var. Keza, ülkedeki kimi kişi ve çevrelerin yerli ve milli oryantalist zihniyet dünyasında Araplara yönelik kemik­leşmiş küçümseme, hor görme tavrı da bu algının oluşmasında etkili. Milliyetçiliğin çıplak gücü öven yapısı bilindiğine göre, İsrail’e duyulan bu hayranlık fazla şaşırtıcı gelmemeli. Her ne kadar savaşın sonucunda İsrail, karizmasından çok şey yitirmiş­se de lafı fazla uzatmadan iradesini şiddet ekseninde dayatma­sıyla, milliyetçi zihniyet dünyasında pekâla olumlu yankı bula­biliyor. Kuzey Irak’a İsrail tarzında girmek için söylenen onca şeyin arkasında, elbette stratejik ya da politik mülahazaların yanında böylesi bir güç algısının da yattığı aşikâr. Bu, yerli milli­yetçilerimizin birçoğunun aynı zamanda antisemit olduğu; hatta Hitler’e sempatiyle baktığı gerçeğine ters değil elbette. Çünkü gıpta edilen, İsrail’in kendisi ya da bölgedeki rolünden ziyade, gücü ve iradesi. İşte, Ali Kemal Meram tarafından yazılıp hazır­lanan Türk Casusu İngiliz Kemal’in İsrail Macerası adlı kitap da İsrail’e dönük böyle bir algıyı paylaşıyor ve popülerleştiriyor. İlk baskıları yıllar önce Kültür Kitabevi tarafından yapılan kitap, İsrail’in mücadele ve hayatta kalma azmini olumluyor ve James Bond’u aratmayan bir aksiyon kurgusuyla, Siyonistlerin yaptık­larını ilham verici bir gerçeğe dönüştürüyor. Kitabın, böyle bir dönemde, ilginç bir zamanlamayla yeniden rafları süslemesi de oldukça manidar kuşkusuz.

Türkçülük Mücadeleleri adlı kitabın da yazarı olan Ali Kemal Meram, son dönemde yayımladığı Padişah Anaları adlı kitabın bir bestseller olması, art arda baskılar yapmasıyla gündeme gelmişti. Bu kitapta, Osmanlı sultanlarının analarının yabancı ırklardan gelmesinden hareketle, Osmanlı’daki gerileme açık­lanmaya çalışılıyordu. Kitap ırk merkezli temizlik kaygıları ve Kemalizmin ilk dönemine has bir Osmanlı düşmanlığı ile bayat harem fantezilerini bir araya getiren bir bulamaçtan ibaretti. Bu noktada, milliyetçiliğin sadece Hitler’in Kavgam adlı kita­bıyla değil sıradan insan için çok daha masum görünen popüler kitaplar eşliğinde palazlandığını da söylemek gerekiyor.

“İsrail Maceraları”nda olaylar, 1948 yılının ocak ayının puslu ve soğuk bir gününde, İngiliz Kemal’in yemeğini yiyip şarabı­nı yudumlarken eski bir tanıdığı olan Mişel Smith ile karşılaş­masıyla başlıyor. Mişel, PolonyalI bir Yahudi’dir ve gizli Siyonist örgütünde çalışmaktadır. İngiliz Kemal, Mişel ile daha önce Amerika’da tanışmış ve kendisini ona “Musevi olarak yutturmuş, hem de Dünya Siyonist Teşkilatı ileri gelenlerinden Lindman’ın küçük kardeşi Samuel Lindman olduğuna inandırmış”tır. (s. 12) Bu kimlikle Kemal’in Amerika’da Mişel ile birlikte, her nedense, “Siyonist teşkilatına yararlı çalışmaları” olmuştur. Mişel, Samu­el olarak tanıdığı Kemal’den, karısı ile kız kardeşine bir Avrupa seyahatinde rehberlik etmesini teklif eder. Kemal’in aklı buna yatmasa da, macera tutkusu ona bu işi kabul ettirir. Mişel’in ta­limatı üzerine Atina’ya gider ve burada “çok genç ve çok güzel” olan Magda ve Suzan ile tanışır. Bu üçlü, hızla olayların içine da­lar ve daha ilk andan itibaren ölümle burun buruna gelirler. İn­giliz Kemal zamanla, Magda ve Suzan’ın İsrail istihbarat teşkilatı için çalıştıklarını, silah ve istihbarat temin ettiklerini anlar. Ara sıra İstanbul’a dönmeyi tasarlasa da iki kadının onda yarattığı çekim onu her defasında bundan vazgeçirtir. Nitekim, irtibata geçtiği Türk Milli Emniyet Teşkilatı da ona kalması yönünde ta­limat verir: “Bir tesadüf, sizi, önemli bir olayın içine alıp götür­dü. Yeni gelişmeler olabilir. Ortadoğu, ülkemiz için önemlidir. Sonuna kadar direnmeniz gerekli.” (s. 85)

İngiliz Kemal, böylece, İsrail istihbarat elemanlarıyla be­raber Atina’dan Roma’ya Arap ajanlarıyla köşe kapmaca oynar. Kahire ve İskenderiye’de istihbarat toplar ve Filistin’de Araplara karşı sabotaj eylemlerine katılır. Bu aksiyon dolu gelişme­ler arasında kadınlara da sempati duymaya başlar. Bu çekici kadınlardan oldukça etkilenmiştir. Çapkınlıkta James Bond’u aratmayacak bir kişilik olarak anlatılır kitapta. Vatanperverlik duygularıyla birleştirerek, bu kadınlarla birlikte de olur. Hatta Mısır casusluk teşkilatından “gözlerinde aşk ateşi kıvılcımlanan” Ayşe ile de beraber olarak, çok yönlü bir istihbarat faaliyetinin gereğini yapmış olur (s. 64). Ancak İngiliz Kemal’in Magda ile Suzan’a ilgisinin aslı başka bir noktada düğümlenir. O aslında, kadınların idealist vatanseverliğinden, “Siyonizm hesabına ça­lışan idealist Museviler” olmalarından etkilenmiştir. Magda’nın “Hiçbir kişiyi, vatanımdan ve ülkümden daha fazla sevemem.” sözleri üzerine gözleri yaşarır: “Ne yalan söyliyeyim, ona gıpta ettim, kıskandım adeta bu kadar yüce duygularla yetişmiş ol­masını… Kendi vatanımda da, böyle ulusal duygularla yücelmiş kızlar ve kadınlar olsun diledim.” (s. 63). İngiliz Kemal’in, bu İsrail ajanı kadınların vatanseverliğini ve adanmışlığını takdir eden sözleri kitapta sık sık karşımıza çıkar: “Bir vatan kurmak için her şeyi göze almış ve bu yolda can vermeye gönüllü olan bu iki kız, kendilerini kurulacak vatanları için adamış iki meçhul askerden başka bir şey değildi gerçekte. Bir gün, adları tarihe bile geçmiyecek iki fedai!” (s. 76).

Sadece Magda ile Suzan’ı değil, Kemal’in karşılaştığı nere­deyse tüm Siyonistleri, İsraillileri karakterize eden bu ‘ülkücü­lük’ karşısında Araplar tamamen yozlaşmış, satılık insanlardır: “O Araplar ki İngilizlerin verdiği altınların hatırı için, I. Dünya harbinde bize ihanet etmişlerdi.” (s. 63).

Macera boyunca karşımıza çıkan Araplar ya kumar ve fu­huş düşkünü, yüz otuz kiloluk Mısırlı generaller ya işkenceci / infazcı Ürdünlü askerler ya da birkaç bin dolara ellerindeki silahları bile düşmana satmaya hazır resmi görevlilerdir.

Kitapta, çeşitli karakterlerin ağzından ‘Milli Mücadele’ ile İsrail’in kuruluş süreci arasındaki paralelliklerin dile getirilme­si de dikkat çekicidir. İsrail devletinin kurulması ve 1948 sava­şı, okurun karşısına adeta bir Kurtuluş Savaşı olarak çıkmak­tadır. Sözgelimi Magda ile Suzan’ın fedakârlıkları, adamımıza hep Milli Mücadeleyi hatırlatır: “Bir vatan nasıl kurulur, nasıl kurtarılır; bunu bilirdim ben. Bizim kendi vatanımızın Milli Mü­cadelesinde, içinde yaşayarak görmüş ve öğrenmiştim. Böyle yüz binlerce adsız fedainin, vatanın kurtarılmasında ve yeni­den kurulmasında ne büyük katkıları olduğunu biliyordum.” (s. 76 – 77).

“Yaşından ve şuhluğundan umulmaz bir ciddiyete” sahip Magda, mücadelenin başarıya ulaşma şansına şüpheyle bakan Yahudilere karşı şöyle bir argüman ileri sürer:

 

“Böyle konuşan­lara, biz, Türkleri örnek gösteriyoruz. Vatanları, on iki devlet­çe paylaşılmış ve her karış toprağı işgal edilmiş olduğu halde bir Mustafa Kemal Paşanın buyruğu altına giren on dört mil­yon nüfuslu ülke halkı, toplam nüfusları üç yüz milyonu geçen düşman devletlerin tümünü altederek vatanlarını, özgürlük ve egemenliklerini ve en önemlisi özbenliklerini kurtardılar. O ortamda; Mustafa Kemal’e de, Mustafa Kemal’e inanan­lara da tüm dünya gülüyordu! Olacak şey mi bu, diyorlardı! Ama o olmaz sanılanın olduğunu gördüler.” (s. 88).

 

Böylelikle, Anadolu’daki hareketin hangi “mazlum” milletlere esin kayna­ğı olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bunları anlatıp aktaran Yahu­di asıllı yahut Soner Yalçın’ın “Efendi” adlı kitaplarında sayıp döktüğü yüz binlerce Sabetayistten, dönmeden biri değil! Bir vatansever, madalyalı bir kahraman, alnından öpülen bir Türk! İngiliz Kemal, bu sözler karşısında gözyaşlarına boğulur. Bu ya­kınlık ve Araplara karşı ortak antipati, Türk – İsrail dostluğunun da temeli olarak gösterilir kitapta. Magda’ya göre

“Türkler, yüzyıllardan beri Arapların ne olduğunu bizden daha iyi bilir­ler. İsrail’i kuranlar, İsrail’i yaşatacak olanlar, Türk devleti ile daima dost kalacaklardır.”

 

Eh, doğru söze ne denir!

Hiçbir edebi değer taşımayan bu roman boyunca, İsraillile­rin kendilerinden güçlü düşmanlarla dört bir yandan kuşatılmış bir halk olduğu ve bu ölüm kalım savaşında en önemli güçle­rinin kararlılık ve cesaret olduğu vurgulanır:“Bir avuç İsrailli, altı Arap devletiyle boğuşuyor, Samuel! Bu, o kadar kolay ve basit bir şey değil. Kuzeyde Lübnan, doğuda Irak, Suriye, Ür­dün, güneyde Mısır ve Suudi Arabistan var. Bir karış toprakta barınmaya çalışan, iki bin yıl vatansız kalmışlığın ızdırabını gidermek ve devamlı kılmak için kurulmuş olan bu küçücük İs­rail devleti, dört bir yanı düşmanla çevrili olarak yıkılmamaya çalışıyor.” (s. 103).

Bu orantısızlığın bir örneği olarak İngiliz Kemal, kendini Arap uçak ve tanklarına karşı bir ‘kibutz’u (İsrail’de ortak çalışma esaslarına göre oluşturulmuş tarımsal topluluk) savunurken bu­lur. İsraillilerin yaptığı, vatan savunmasıdır. Bu sürekli olarak tekrar edilir. Kitap boyunca Siyonist kolonileştirme projesi ve Filistinlilerin, katliam ve sindirme yöntemleriyle göçertilmesi sonucu İsrail’in kuruluşu, bir kahramanlık destanı haline geti­rilir.“Bu maceranın her sayfasında, damarlarında ceddinin asil kanını taşıyan her Türk gencinin alabileceği pek büyük ilham­lar” olduğu açıkça dile getirilir.

 

Şaşırmak yerine, İsrail’i en önce tanıyan ve onunla sıkı bir siyasi ve askeri işbirliğine giden; Türkeş, Erbakan, Sezer, Baykal, Erdoğan gibi farklı görüşlere sahip liderlerini ve en üst düzeydeki askeri yetkililerini onların ülkesinde ya da sofrasın­da gören, MOSSAD ajanlarınca vatandaşları öldürülen ilginç bir ülkede yaşadığımızı arada bir hatırlamakta yarar var aslında.